30 Nisan 2012

525 Şarkı (Bölüm 1): Ozzy Osbourne -> The Beatles

Rolling Stone Italia'nın Ağustos 2011 özel sayısında yayımladığı ve pek çok müzisyenin belirli gruplar, dönemler ya da müzisyenlerden seçtiği 10-15 şarkılık listeleri bir araya getiren "Le 525 canzoni da scaricare" ("indirilecek 525 şarkı") isimli listede Ozzy Osbourne, The Beatles'tan 10 şarkı seçmiş.


Ozzy Osbourne: The Beatles (1 -> 10)

"Bu gezegende Beatles'la aynı dönemde yaşamış olmanın büyük bir şans olduğuna inanıyorum", itirafında bulunuyor Ozzy, "onlar evrenin en büyük grubuydular — ve her zaman öyle kalacaklar —. Bir zamanlar Sex Pistols'dan Steve Jones'la onlar hakkında konuştuğumu hatırlıyorum. Bana sürekli şöyle diyordu: "Sıçarım, Beatles'tan hoşlanmıyorum!". Ona şöyle cevap veriyordum: "Dostum, sen hiçbir sikten anlamıyorsun!".

1. "She Loves You", 1963
Bu, beni — mavi transistörlü radyosuyla 14lük bir delikanlı — müziğe çeken şarkıydı! Onu duydum, ve artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Tıpkı var olan tüm renkleri bildiğini düşünmek, fakat sonradan bir tipin gelip sana daha önce görmediğin bir rengi göstermesi gibi. Vay anasını!

2. "I Want to Hold Your Hand", 1963

3. "I Am the Walrus", 1967
Lennon ve McCartney gece ve gündüz gibiydi. Paul daha çok şöyle bir tipti: "It's getting better all the time" ("Her geçen gün daha iyiye gidiyor", Getting Better'dan). John ise şöyle: "It couldn't get much worse" ("Daha kötüye gidemezdi"). Lennon'un sözcükleri kullanış tarzı hoşuma gidiyordu ve genel olarak motamot manasını anlayamadığın sözlere sahip, ama sana bir şekilde 'ulaşan' şarkıları seviyorum.

4. "A Day in the Life", 1967

5. "Hey Jude", 1968

6. "Help!", 1965
Bunu dinlerken Lennon'un şöyle düşündüğünü hayal ediyorum: "Zaten bir numarayken daha büyük olmanın bir yolu yok". Ama onlar bunu başardı! Gezegenin ötesine geçtiler! Ve John "imdat!" diyor, çünkü tam da o anda ulaşmış oldukları şeyin farkına varmaya başlıyor...

7. "Eleanor Rigby", 1966
Olağanüstü. Nedenini ben de bilmiyorum. Bildiğim tek şey var ki, ne zaman Beatles dinlesem kendimi daha iyi hissediyorum.

8. "Something", 1969
Bir gün Black Sabbath'la birlikte Zürih'teydik. Noel'di, bir kamyonette yolculuk ediyorduk. Hepimiz evimizi özlemiştik, ve beş kuruşumuz ve (daha da kötüsü) sigaramız bile yoktu. Ve radyodan bu şarkı yükseliyordu.

9. "Strawberry Fields Forever", 1967
İlk gençlik zamanlarımda bir mezbahada çalışıyordum. Bu şarkıyı sokağın öte yanındaki mağazanın radyosundan duyuyordum.

10. "The Long and Winding Road", 1970
Aklıma ingiltere kışının imgelerini getiriyor: soğuk, parmak uçları kesilmiş eldivenler. Ve beni hüzünlendiriyor, çünkü Beatles'ın sonunu anlatıyor. Paul'un şöyle dediğini duymak gibi: "Artık gücüm kalmadı. Artık hissedemiyorum."

Le 525 canzoni da scaricare


Rolling Stone Italia pek çok müzisyenle görüşüp Ağustos 2011 sayısında bu isimlerin belirli gruplar, dönemler ya da müzisyenlerden seçtiği 5-10-15 şarkılık listeleri bir araya getirmiş ve 525 şarkılık bir liste oluşturmuş. Adı "Le 525 canzoni da scaricare" ("İndirilecek 525 şarkı"). Bu listede müzisyenler, hem seçtikleri gruplar/müzisyenler/dönemler hakkında bir şeyler söylüyor, hem de listeye ekledikleri şarkılarla ilgili konuşuyorlar. Bu metinleri İtalyancadan çevirip yavaş yavaş bloga ekleyeceğim. Buraya da eklediğim her yazının linkini koyacağım.

1. Ozzy Osbourne -> The Beatles
2. Mark Ronson -> Stevie Wonder
3. Bono -> David Bowie
4. Annie Lennox -> Soul Kadınları

25 Nisan 2012

Türkçemizi Unutmayalım: Bubütmek

Bir dilin sözcük haznesi o lisanın zenginliğinin göstergelerinden biridir. Türkçedeki kelime sayısının diğer bazı dillere göre olan azlığından yola çıkarak, kimileri dilimizin yeterli bir lisan olmadığını iddia eder. Halbuki bir dilin zenginliklerini yeterince kullanmayı bilmemek o lisanın suçu değil, o dili kullananların suçudur. Bugün size unutulmaya yüz tutmuş bir kelimemizden, hatta bir fiilimizden bahsedeceğim: bubütmek.

Bubütmek sözcüğü dilimize Orta Asya günlerinden yadigârdır ve "söndürmek" anlamına gelir. Bugün hiç kimsenin bu kelimenin farkında olmaması ise dehşet vericidir. Bir Google araması yaptım ve bu fiille ilgili tek bir sonuca bile ulaşamadım. Lisanımızın zenginliklerinin böyle unutulup gitmesi insanı gerçekten üzüntüye boğuyor. Yıllar önce Sezen Aksu bu sözcüğü yeniden canlandırmayı denemişse de, anlaşılan o ki başarılı olamamış. Üstelik hep yanlış anlaşılagelmiş. Bakın şu şarkı sözüne:

"Bir çağ yangını bubütün, dünya günahkâr."

"Bir çağ yangını, söndürün! Bundan bütün dünya sorumlu." anlamına gelen bu sözler nedense hiç dikkat çekmemiş, aksine bu sözlere farklı anlamlar yüklenmiştir. Bu yazıyı okuyanlardan tek bir dileğim var, mutlu olsunlar yeter. Eğer ikinci bir dilek şansım olsaydı, o şansımı şu şekilde değerlendirirdim: Lütfen "bubütmek" fiilini günlük yaşamınızda kullanın, onu hayatınıza katın, içinizde hissedin.

Bu fiili şimdiki zamanda ve emir kipinde çekerek yazımı sonlandırmak arzusundayım:

Bubütüyorum, bubütüyorsun, bubütüyor, bubütüyoruz, bubütüyorsunuz, bubütüyorlar.

Bubüt! Bubütsün! Bubütün! Bubütsünler!

23 Nisan 2012

David Robert Jones'un gözleri

Fringe'in Jared Harris tarafından canlandırılan kötü adamı David Robert Jones, ismini David Bowie'den alıyor. Şöyle ki; David Robert Jones, David Bowie'nin gerçek adı. Bowie, ilk önce bu adın kısaltılmış hali olan "Davy Jones"u kullanıyor, sonra bakıyor ki The Monkees'in üyelerinden birinin de adı Davy Jones, o halde benim adım Davy Kemal Jones olsun... Yok bu başkaydı. David Bowie olsun, diyor. Fringe'in David Robert Jones'unun bizim Bowie'yle alâkası nedir bilmem, ama sonu Ziggy Stardust'a bağlanırsa da şaşırmam. Fringe'de olmayan şey kalmadı zaten.

Bu arada yazının başlığıyla ilgili bir şey söylemedim henüz. Fringe'deki David Robert Jones'un gözlerinden bahsetmiyorum, bizim David'in gözlerinden bahsediyorum (nereden "bizim" oluyorsa allahın David Bowie'si). Biraz önce yeniden dikkatimi celbetti, adamın bir gözü gayet normalken, diğeri safi gözbebeğinden oluşuyor. Nedeni henüz bir veletken ettiği bir kavgaymış, evet kız meselesi.

"14 yaşımdayken bir kıza âşık oldum. Deliriyordum onun için. Tek problem, en iyi arkadaşımın da ona karşı boş olmamasıydı, ama kazanan ben oldum," diyor Bowie, biyografisini yazan Mark Spitz'e. "O arkadaşım daha kıza nasıl yaklaşacağı hakkında düşünedururken, ben harekete geçtim. Ertesi gün ona nasıl bir kazanova olduğumu anlatırken birdenbire acayip sinirlendi. Bana bir yumruk aşk eyledi."

Fakat Bowie'nin o dönemki en iyi arkadaşı ve sonra "en iyi" düşmanı George Underwood, olayı biraz daha farklı aktarıyor: "İkimiz de o kızla çıkmak istiyorduk ve onunla bir randevu ayarlayacak kadar şanslı olan bendim. Randevu gününde David kapıma geldi ve kızın randevuyu iptal etmek zorunda kaldığını söyledi. Ben de gitmedim; ama sonra anladım ki bütün bu hikâyeyi uydurmuş! Kız beni bir saat boyunca orada beklemiş. Tam bir piçlikti David'in yaptığı, ben de ona çok feci kızdım. Haliyle bu da bir kavgaya dönüştü. Kavga sırasında tırnağım gözünün içine giriverdi işte."

Olaydan sonra Bowie'nin sol gözündeki sfinkter kası ("büzgen kas" da deniyormuş, gözbebeklerinin ışığa göre büyüyüp küçülmesini sağlayan kas) yırtılmış ve birkaç ameliyat yapılmış. Bu ameliyatlardan sonra görüşü normal haline dönmüşse de, sol gözbebeği hep kocaman kocaman kalmaya mahkûm olmuş. İyi de olmuş hacı, adamın tuhaflığını perçinliyor işte.

18 Nisan 2012

Şarkı: Blonde Redhead - UFO (1995)


UFO, bir Kadıköy-Eminönü vapuru. Tabii ben Blonde Redhead şarkısı olandan bahsediyorum. Bu şarkının özellikle ilk 20 saniyesinden (bir yandan tamamından da) inanılmaz bir İstanbul tadı/kokusu/görüntüsü alıyorum. Evet, Kadıköy-Eminönü vapuru...

Şarkının ilk 20 saniyesinde Kadıköy'de iskeleye yaklaşıyorsunuz, sonra vapura biniyorsunuz, şarkının son 1 dakika 20 saniyesinde ise vapurdan inmeye çalışıyorsunuz, Eminönü'de...

1995 tarihli La Mia Vita Violenta'nın 3 numarası olan bu şarkının adının "Kadıköy-Eminönü Vapuru" olarak değiştirilmesini talep ediyorum. Devlet buna bişey yapması lazım.


15 Nisan 2012

Çakma John Lennon


İlkgençliğimde de Nejat Yavaşoğulları'nı çok sevmezdim. Yine de dinlerdim, hatta Türkiye'de 80ler sonrası yeni nesil/alternatif rock müziğin öncülerinden biri olduğunu düşünüp takdir ederdim kendisini. Özellikle Bulutsuzluk Özlemi'nin (Bulutsuzluk Özlemisizlik Özlemi) Güneşimden Kaç ve Uçtu Uçtu albümlerini epey bir dinlemişliğim vardır. Sonradan John Lennon'ın şarkılarını teker teker, birebir alıp, sözlerini o müzikler üzerine döşediğini fark edince inanılmaz bir tepki gelişmişti bende Yavaşoğulları'na karşı. Hatta soyadıyla ilgili banal kelime oyunları falan yapardım. Gençlik işte. Artık pek umursamıyorum ne yapmış, ne etmiş. Kendisiyle ilgili olumlu şeyler düşündüğümü söyleyemem tabii. Ne politik duruşunu zerre beğeniyorum, ne de açıp şarkılarını dinliyorum. Fakat hangi şarkıları almış, hangilerini "çalmış", bunlar artık pek umrumda değil. Hele ki sanatta bireysel yaratıcılık ve telif hakları konsepti ile ilgili fikirlerimde ciddi değişiklikler olduğundan beri hiç umursamıyorum. Her şeye rağmen bu "etkilenim" işinin de bir adabı olması gerektiğini düşünüyorum. Etkilenir bir riff alırsın, bir melodi parçası alırsın, bir gönderme yaparsın falan; ama şarkıyı neredeyse olduğu gibi alıp onu doğrudan kendine "mâl etmek" en hafifi tabiriyle ahlâksızlık. Neyse, biraz önce yine aklıma düştü ve özellikle John Lennon'dan "alıntılayıp" kendi imzasını attığı şarkıların ufak bir listesini çıkarayım dedim şuraya. Bulunsun.

John Lennon - Well Well Well (1970 tarihli John Lennon/Plastic Ono Band albümünden)


Bulutsuzluk Özlemi - Şili'ye Özgürlük (1990 tarihli Uçtu Uçtu albümünden)


John Lennon - Whatever Gets You Thru the Night (1974 tarihli Walls and Bridges albümünden)


Bulutsuzluk Özlemi - Kütürdet Beni Rutubet (1986 tarihli Bulutsuzluk Özlemi albümünden)


Hiç "Pachelbel Re Majör Kanon" = "Sözlerimi Geri Alamam" eşitliğine girmeyeyim, zaten Pachelbel'inki 300 yıldan eski bir eser ve popüler müzikte o kanondaki armonik yürüyüşle şarkı yapmayanı dövüyorlar, yine de Yavaşoğulları'nın akor yürüyüşüyle yetinmeyip melodiyi de şarkısına yedirmiş olduğunu not edelim. Üstelik eserin orijinali hiçbir telif korumasına sahip değil, yani Nejat abi "besteci" kısmına "Pachelbel" yazabilirmiş gayet rahatlıkla, kimse de ondan telif falan istemezmiş; ama nedense hep kendisini "besteci" olarak göstermeyi seviyor. Hadi tamam, diğer John Lennon şarkılarında Lennon'ın adını yazmamasını anlarım diyeyim, sonuçta para falan ödemesi lazım, karışık işler; ama abi Pachelbel'e para da vermen lazım değildi be?

Neyse. Son olarak da şunu ekleyeyim: 2000lerin ortalarında, özellikle Ekşi Sözlük'te konu hakkında yazılanlardan sonra kendisine -sanırım bir Roll röportajında- bir soru sorulmuştu ve cevabı da "yani yaptık tabii, aldık o şarkıları koyduk albümümüze ama bunu o şarkıları genç nesillere tanıtmak için yaptık" falan olmuştu. Hiçbir şekilde referans göstermeden nasıl "tanıtıyorsa" artık genç nesle John Lennon'ı.


MESAM'ın "Haysiyet Kurulu" başkanı olan çakma John Lennon'ımıza büyük bir selam çakıyoruz.

14 Nisan 2012

Yozlaşma?


Aslında “yozlaşma” denen şey hiçbir alanda hiçbir zaman var olmadı; fakat yozlaşma iddiaları her zaman vardı. 3000 yıl önce de vardı, 500 yıl önce de, 20 yıl önce de. Korkmaya gerek yok, “yozlaşma” olarak gördüğümüz her yenilikle birlikte, yozlaşma olarak görülen şeyler kendi anlamlarını üretmeyi başarıyorlar. Böyle böyle değişiyor dünya.

Modernist düşünce yapısının temelini “gelişme”, “ilerleme” gibi kavramlar oluşturduğu için modern/modernist bir zihniyetle yaklaşıldığında elbette insanın bulunduğu her yerde yozlaşmanın olduğu iddia edilecektir. Söz konusu “gelişme”nin belirli bakış açılarına göre “düzgün” olmaması yozlaşma olarak kabul edilecektir. Fakat modernizmin bu kabullerinin ve kalıplarının dışına çıkabildiğimizde durumun hiç de görüldüğü gibi olmadığı anlaşılıyor.

“Olumlu” ve “olumsuz” olarak nitelenen her türlü kavram tamamen olaya nereden yaklaşıldığına bağlı. Bununla ilgili “evrensel gerçekler” olduğu iddiası belirli bir bakış açısının ürünü. “Yozlaşma” adı verilen şey hiçbir zaman net olarak belirlenemez. İşin daha da ilginç yanı bugün “yozlaşmış” olarak gördüğümüz şeylere, değişen kültür yapısıyla birlikte 50 yıl sonra “kültürümüzün önemli bir parçası” gözüyle bakmamız da çok mümkündür, hatta her zaman böyle olmuştur.

Müzikten bir örnek verecek olursam; 19. yüzyılda Dede Efendi ve Hacı Arif Bey gibilerinin ürettiği müzikler dönemin kültürel anlayışına göre “yoz müzik” olarak kabul ediliyordu, “hafif” bulunuyordu. Kültürün “olumsuz” bir yöne kayışını temsil ediyordu. Çünkü belirli bir süredir var olagelen geleneği tam olarak yansıtmıyordu, bu nedenle de bir “yozlaşma”nın göstergesiydi. Fakat 20. yüzyılın ortalarına geldiğimizde, artık bu isimlerin yaptığı bestelerin “Türk kültürü”nün en geleneksel, klasikleşmiş eserleri olduğu düşünülmeye başlandı. 1950’lerde bu sürecin bir benzeri yeniden yaşandı. Artık Dede Efendiler, Hacı Arif Beyler “klasik”ti; Münir Nurettin Selçuk, Alaeddin Yavaşça gibi isimlerin eserleri ise bir yozlaşma göstergesiydi. Geleneği yansıtmıyor, farklı kaynaklardan da faydalanıyordu. Aradan geçen 50 yıldan sonra bugün Selçuk ve Yavaşça gibi isimler de geleneksel Türk müziğinin klasiklerinden sayılıyor.

Tarih boyunca insanın ve insan kültürlerinin gelişimi hep bu çizgiyi izlemiş, her türlü değişim ya da farklı kültürlerin etkileri “yozlaşma” olarak nitelendirilmiş. Aslına bakılırsa her türlü kültürel değişim o dönemin popüler yapılarına ve edimlerine uymaya çalışsa da, ortaya çıkan her yeni oluşum var olan kültüre güçlü bağlarla bağlanır ve kendi anlamlarını üretir. İşte bu yüzden “yozlaşma” diye bir şey yoktur, olsa olsa “yozlaşma iddiaları” vardır. Bu da her zaman var olacaktır.

11 Nisan 2012

Christopher Nolan ve Inception

2010 tarihli Christopher Nolan filmi Inception, tıpkı diğer Nolan filmleri gibi, hiç de öyle özgün bir konuyu işlemeyen, öyle büyük bir deha eseri falan olmayan, aksine dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan ortalama zekalılara kendilerini olduklarından daha zeki hissetmelerini sağlamak amacıyla çekilmiş bir film. Herhangi bir "ürün" insanlara kendilerini daha zeki hissettiriyorsa, doğal olarak ona karşı bir talep oluşuyor ve böylelikle hem o ürünün yaratıcısı maddi kazanç elde ediyor, hem de o ürünü tüketenler manevi yönden tatmin oluyor. Ben kazanıyorum, sen kazanıyorsun, Türkiye kazanıyor, dünya "kazanıyor". Fakat Nolan'ı takdir etmek lazım, para kazanmak için iyi bir yol bulmuş, yıllardır bunu uygulayarak parsayı topluyor.

10 Nisan 2012

Satış

İstanbul'un Osmanlılar tarafından
ele geçirilmesinden önce kullanıldığı 
düşünülen Konstantinopolis bayrağı
Topluluklar üzerinde egemenlik kurmak isteyen her odak bir şeyler pazarlamak zorundadır. Günümüzde hâlâ en büyük egemenlik odağı (yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren biraz daha perde arkasında durmayı yeğliyor olsa bile) devlet olduğuna göre, devlet kurmak ve onu yaşatmak için de pazarlanması gereken şeyler vardır.

Bir devlet kurabilmek ve onu yaşatabilmek için kitlelere "vatan", "millet" pazarlanması gerekir. Bunun başarılı olabilmesi için ise kitleler, "vatan" ve "millet"in temel bir gereksinim olduğuna dair güçlü bir inanca sahip olmalıdır. Son yüzyıllar içerisinde bu inanç yeterince yerleşmiş olduğundan bu "vatan ve millet satışı" çok da zor değildir. Vatan ve millet kitlelere bir kere pazarlandıktan sonra, bunların gerekli olduğuna dair inanç da güçlenmeye başlar. Pazarlama ve inanç birbirlerini simbiyotik bir biçimde besler.

Bizans sikkesi
Ancak gün gelir iktidar odağı olmak için "vatan" ve "millet"ten farklı ve zaman zaman bu kavramlarla çelişir gibi görünen bazı şeyleri pazarlama ihtiyacı belirir. Artık bu iki kavram yeterli değildir. Fakat halk kitleleri bu iki kavrama yüzyıllar içerisinde kültürel anlamda ciddi bir şekilde bağlanmış olduğundan bu kavramlarla çelişen yeni kavramları pazarlamak da iyice zorlaşmıştır.

Bakalım ne olacak?

6 Nisan 2012

Devrimden Sonra (2011)

Yönetmen: Mustafa Kenan Aybastı
Senarist: Mustafa Kenan Aybastı

Öncelikle şunu söyleyeyim, anti-komünist propagandadan hoşlanmam. Hayır, komünist değilim; fakat "propaganda"dan hoşlanmayan birisi olarak, haliyle propagandanın anti-komünist olanından da hoşlanmam. Buna karşın bugün tamamen anti-komünist propaganda amacıyla yapılmış bir film izledim: Devrimden Sonra.

Filmin senaristi ve yönetmeni Mustafa Kenan Aybastı, nasıl yapmışsa yapmış, bu filmin bir anti-komünist propaganda filmi olduğunu anlamalarına izin vermeden, Türkiye Komünist Partisi'nin (aslen "Sosyalist İktidar Partisi") bir "yan kuruluşu" olan Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'ni kafalamayı, bunun bir "ütopya" olduğuna onları inandırmayı başarmış. Gerçi çok zor bir şey değil bu. TKP'nin "Komünist Kararname"sini okuduğunuzda, "Devrim Mahkemeleri"ni falan düşündüğünüzde adamların "ütopya"sının aslında tam anlamıyla bir distopya olduğunu görüyorsunuz. Neyse. Sonuçta, yönetmenin hinliği sayesinde, bu film bir "komünizm güzellemesi" olduğu iddiasıyla ortaya çıkmış oldu. Eheh. 

Bu aslında bir "film" değil, 8 adet kısa filmin kolajından ibaret bir propaganda aracı; hem de kötü bir propaganda aracı. 

3 Nisan 2012

Kurt Cobain'in daha önce görülmemiş çıplak fotoları!

Tamam, kandırdım sizi, çıplak değil; ama daha önce görülmemiş oldukları doğru. Hem kim ne yapsın allasen Kurt Cobain'in çıplak fotolarını. Gerçi bilmem, belki onun da meraklısı vardır. Neyse. Ne diyorduk? Heh, görülmemiş fotolar diyorduk.


Kasım 1993'te, Kurt Cobain'in ölümünden beş ay önce, Amerikalı fotoğrafçı Jesse Frohman, Kurt Cobain ve Nirvana'nın fotoğraflarını çekmiş ve bunlar bu güne kadar yayımlanmadan öylece kalmış. Muhtemelen bu fotoğrafları iyi miktarda paraya tahvil edebilmek için doğru zamanı kolluyordu Jesse abi, kollasın napalım, hakkıdır onun da.

Söz konusu fotoğraflar New York'ta Morrison Hotel Gallery'de 3 - 26 Nisan arasında ilk kez sergilenecekmiş. Yolu sevgiden geçtiği kadar New York'a da düşen olursa aranızda, bir gider görür.

Merak eden bu linkteki, evet tam da üzerinde olduğunuz linkteki galeriden birkaç fotoğraf daha görebilir.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...