30 Haziran 2007

Şarkı: Architecture in Helsinki - Heart It Races (2007)

2004 tarihli ilkalbümleri Fingers Crossed'la "Hmm"lattıran, hemen ertesi yıl yayımladıkları In Case We Die'la da "Vay canına! Bunlar harika!" tepkisini vermemize sebep olan Architecture in Helsinki'nin yeni albümü Places Like This CD formatında 13 Ağustos'ta yayımlanıyormuş; ancak online olarak satıştaymış. İlk 45'lik Heart It Races ise 5 Haziran'da piyasaya sürülmüş.


Heart It Races'in, daha önceki Architecture in Helsinki albümlerindeki şarkılarla benzeştiği yönler olsa da, bu 45'lik grubun diğer şarkılarına göre oldukça farklı özellikler taşıyor. Architecture in Helsinki'nin daha önceki şarkılarındaki çalgısal çok katmanlılık ve orkestrasyona burada rastlayamıyoruz. Elbet yine değişik değişik aletler ve sesler kullanmış bu abiler/ablalar; ancak şarkı, diğer Architecture in Helsinki işlerine göre daha düz, daha vektörel işliyor ve Architecture in Helsinki'nin diğer şarkılarında rastladığımız değişkenlik burada söz konusu değil. Buradaki katmanlılık, orkestrasyondan ziyade, saniyeler ilerledikçe şarkıya eklemlenen seslerin devamlılığıyla sağlanmış.

Şarkıyı yoğun olarak Karayip ritimleri ve Afrika çalgıları sürüklüyor. Daha önceki işlerinde de elektronik seslere oldukça önemli bir yer veren Architecture in Helsinki, burada şarkıyı bazı vurmalı çalgılar dışında tamamen elektronik seslerle oluşturmuş. Heart It Races, belki de daha önceki Architecture in Helsinki çalışmalarına nazaran sıradan dinleyici için daha rahat nüfuz edilebilir bir şarkı olmuş.

Bahsettiğim bütün bu farklılıklara direkt olumsuz bir anlam yüklediğim düşünülmesin. Yalnızca yeni 45'liğin grubun daha önce yaptıklarından daha farklı olduğunu belirtme ihtiyacımdan kaynaklanıyor bu kadar bıdı bıdı. Yine de yeni albümün tamamı bu yönde ilerliyorsa eski Architecture in Helsinki'yi özleyeceğim demektir; fakat bu albümün daha önceki albümlerde olduğu gibi epey bir çeşitlilik içereceğini düşünüyor, Places Like This'i de diğer Architecture in Helsinki albümleri kadar seveceğimi varsayıyorum. Şimdilik. Dinleyene kadar.

Şarkının videosunun uzun hali şu:



Bir de kısa versiyonu var, sanıyorum müzik kanallarında da bu kısa versiyon çalınıyor:

29 Haziran 2007

Şarkı: The Coral - Who's Gonna Find Me (2007)

Bilmiyorum daha önce 90'lı yıllarda Britanya'dan çıkan en iyi, en güzel grubun bana göre Supergrass olduğunu söylemiş miydim; söylemediysem söyleyeyim. Madem bunu söyledim, 2000'lerdeki Britanyalı favorimin de The Coral olduğunu belirtmeden geçmeyeyim.

Liverpoollu grup The Coral, 2001 tarihli ilk 45'likleri Shadows Fall ve 2002 tarihli ilk albümleri The Coral'dan bu yana "yeni psychedelic akım"a dair mis gibi örnekler sunmakta (örnek sunmak da ne demekse; şarkı yapıyor, albüm yapıyor işte arkadaşım).

2002 tarihli ilk albümlerinden sonra her yıl bir albüm yaparak (gerçi 2004'ü bir "mini albüm"le geçiştirdiler; ama olsun) bizi mutluluğa sürüklüyorlardı. 2006'da bir ara verdiler, o yıl albüm malbüm yayımlamadılar; fakat 2007'yi boş geçemezlerdi. Yeni albümleri Roots and Echoes Ağustos ayının 6'sında yayımlanıyor. Albümün ilk 45'liği Who's Gonna Find Me ise dijital ortamda 23 Temmuz'da, basılı olarak 30 Temmuz'da piyasada. Videosu şimdiden ortalıkta:





İlk albümlerinden bu yana 60'lı yıllar estetiğine "modern tatlar katarak", zaman zaman The Byrds artistlikleri, zaman zaman The Zombies esintileri, zaman zaman The Clash hırçınlığıyla bizi bizden alıyorlardı. Etkilenim kaynaklarının 60'lar başı Merseybeat müziği, 60'lı yıllar Ska'sı, psychedelic/acid rock, Ennio Morricone tarzı hareketler, The Beach Boys tarzı armoniler, Strawberry Alarm Clock tarzı klavyeler, The Beatles tarzı melodiler, Love tarzı güzellikler, Frank Zappa tarzı sapkınlıklar falan olduğu da sen ben tarafından anlaşılıyordu.


Roots and Echoes'dan yayımlanacak ilk 45'lik de grubun bu tip davranışlarının sürdüğünü gösteriyor. Bu davranışları konser alanlarında görmek istiyoruz tabii. Albüm kapağındaki grup da sanki The Coral değil, 60'larda kalmış bir Folk/Rock grubu falan gibi görünüyor. Daha önceki The Coral albüm ve 45'lik kapaklarında rastladığımız Psychedelic dalgalar yerini böyle bir şeye bırakmış. İlk 45'lik ve kapaktan aldığım izlenime göre de albüm, Folk/Rock süslü bir Neo-Psychedelia albümü olacağa benziyor.

Albüm ilk işlerinden bu yana The Coral'la çalışan, Shack grubunun davulcusu Alan Wills'in plak şirketi Deltasonic'ten yayımlanıyor. Deltasonic de ayrıca incelenmesi gereken bir plak şirketi aslında. 2000'lerde Liverpool'dan çıkan pek çok harika şey bize bu kanaldan ulaşmış.

Neyse, biz albümü bekleyedururken şimdilik elimizdeki şarkıyla yetinelim.

18 Haziran 2007

Şarkı: Mika - Relax (Take It Easy) (2007)


Mika ilginç bir adam. Albümü o kadar eklektik ki içinde her tarz müziğe rastlayabiliyoruz. Bu yaz, 80'li yıllar, Relax (Take It Easy)'yle birlikte 2007'ye taşınacakmış gibi görünüyor. Cutting Crew'ün meşhur 80'ler parçası (I Just) Died in Your Arms Tonight'ın akorları üzerinde yürüyen şarkı, bir yandan Erasure'ın nefis synthesizer popunu da anımsatıyor. 80'lerin bu tarz şarkıları, neşeli olmasının yanında nedense bana hep melankolik bir duygu da verir. Synthesizer'ların o soğuk tonları yüzünden mi desem, ne desem bilemiyorum. Haydi Mika, söyle yavrum.

Video:

17 Haziran 2007

Albüm: Amy Winehouse - Back to Black

[Republic; 2006]

Son zamanlarda R&B’nin en güzel örneklerinin önemli bir kısmı Birleşik Krallık’tan çıkıyor. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Corinne Bailey Rae buna güzel bir örnekse Amy Winehouse da başka bir örnek. Hatta -kanımca- daha güzel bir örnek.

1983 doğumlu Amy Winehouse, taksi şoförü bir baba ve eczacı bir annenin çocuğu. Amcalarının çoğu ve anne tarafının neredeyse tamamı profesyonel caz müzisyenlerinden mürekkep. Çocukluğunda Ella Fitzgerald, Dinah Washington gibi popüler caz vokalistlerini dinleyip durmuş. Sonra sonra Amerikan R&B ve Hip-Hop’ına merak salmış.

İlk albümü Frank’i 2003 yılında yayımlayan Amy Winehouse, platin seviyesinde satılan bu albüm sayesinde özellikle kendi memleketinde çok popüler bir isim olmuş. Frank’te caz tınılarını pop ve R&B’yle gayet güzel bir şekilde sentezleyen Winehouse önemli bir şöhret kazanınca magazin basını da kendisiyle sürekli uğraşıp durmuş. “Acaba medyanın bu tutumu Amy Winehouse’un ağzına sıçacak mı?” şeklinde endişelere gark olan dinleyiciler 2006'nın sonunda yayımlanan Back to Black'le birlikte rahatlamış.


Back to Black’e kadar bu insandan haberim bile yoktu. Birkaç ay önce Ayça tarafından “Bak, Amy Winehouse; dinle!” şeklinde dürtülmemle beraber tanıdım bu kadını. Önce Back to Black’i dinledim ve “Vay be, kadın 60’ların R&B’sini nasıl da modernize etmiş, nasıl da güzel şarkılar yapmış yahu!” dedim içimden. Sonra Frank’i dinledim, Back to Black kadar beğenmemekle birlikte gayet başarılı bir albüm olduğunu da kabul ettim.

Amy Winehouse, Back to Black’te caz tınılarından vazgeçip kendini olduğu gibi geçmiş zaman R&B’sine ve Soul’a vermiş; tabii ki modern R&B dokunuşlarıyla cilalayarak. Bu değişimde ilk albümdeki prodüktör Salaam Remi’nin, yerini Mark Ronson’a bırakmasının da etkisi büyük. Berry Gordy’nin kulakları çınlasın, Winehouse o dönemlerde ortaya çıksaydı anında Motown Records’la sözleşme imzalardı.

Back to Black, Rehab’le açılıyor ve sözleriyle ilk referansı da veriyor: "They tried to make me go to rehab I won't go go go, I'd rather be at home with Ray." Ray dediği, bizim Ray. Charles olan hani. Şarkıdaki piyano riff’i de 50’lerin Doo Wop melodilerine sağlam bir selam. Albümde Doo Wop’a başka bir selam da Wake Up Alone’da çakılıyor.

You Know I’m No Good albümden yayımlanan ilk 45’likti. Gerçekten nefis bir seçim. Şarkının ana yapısı 60’lar sonu Motown Sound’una nefis bir funky (kıvrak desek?) ritim verilerek oluşturulmuş. Gitarların kırık ve eski tınlayan tonu da ayrı bir güzellik. Me & Mr. Jones (Fuckery) handiyse Clyde McPhatter dinlermiş gibi hissettiriyor. 50’ler sonu R&B’si bu kadar mı güzel modernleştirilir be kadın!

Amy Winehouse, Just Friends’de “Ben Karayip müziğinden de anlarım arkadaş.” diyor ve erken dönem Ska müziği ritminin üzerine güzel güzel şakıyor. He Can Only Hold Her de Karayip referanslı olmakla birlikte, nakaratla beraber yürüyen “da-da-da-da-huu” şeklindeki geri vokaller ve o sırada üflenen nefesliler Motown’ın en önemli artistlerinden biri olan Smokey Robinson’ın müziğini anımsatıyor. Davulun sağladığı modern R&B sadası da “‘Olmuş’ bu sentez, arkadaş.” dedirtiyor içten içe.

Albümün de adını aldığı şarkı olan Back to Black, Amy Winehouse’un 60’ların kız gruplarının müziğine ve Phil Spector tarzı “Brill Building Pop” işlerine de hiç yabancı olmadığını gösteriyor bize. Bu kadının The Shangri-Las’ı ve The Ronettes’i çok sevdiğine dair bahse girmeye hazırım.

Uzunçalardaki Motown Sound referansları da bitmek bilmiyor bir yandan: Bir Smokey Robinson baladıymışçasına akıp giden Love Is a Losing Game bunlara bir örnek. Albümü kapatan Addicted da neredeyse 1968 yılına ait bir Marvin Gaye şarkısı. Utanmasam albüm adı verip You’re All I Need falan da diyeceğim (utanmamışım, evet). Tears Dry on Their Own ise albümdeki en açık göndermeyi içeriyor: 1967 tarihli Marvin Gaye hiti Ain’t No Mountain High’ın düzenlemesiyle açılıyor şarkı. Vokal melodisi dışındaki her şey Ain’t No Mountain High Enough’la birebir. Bir süre sonra şarkı biraz daha farklı bir yere de gidiyor doğal olarak; ama bir bütün olarak bakacak olursak Tears Dry on Their Own baştan aşağı Ain’t No Mountain High Enough’ın altyapısı üzerinde şekilleniyor.

Konu R&B olunca sürekli bir yerlere referans vermeden duramadığımın farkındayım. Zaman zaman bana da itici gelebiliyor bu habire referans verme durumu; ama ne olursa olsun kökenler her zaman önemli. Söz konusu müzikler yapılmasaydı ortada Back to Black gibi güzel bir albüm olmazdı. Her şeyin ötesinde Amy Winehouse bu referansları şarkılarının içinde kendisi bile verirken (en güzel örnek Tears Dry on Their Own) ben vermeyip de ne yapayım.

Back to Black su gibi akan bir albüm. Kıvrak davul ritimleri, güçlü ve sağlam baslar, her saniye kulaklarımızı şenlendiren bakır üflemeler, özlem duyduğumuz geri vokaller falan; hayat ne tuhaf...

14 Haziran 2007

Şarkı: Shout Out Louds - Tonight I Have to Leave It (2007)

Sisli, yağmurlu ve olabildiğince az güneşli kuzey ikliminin görüldüğü İsveç'te yetişen bandolarımızdan biri olan Shout Out Louds'un ilkalbümü Howl Howl Gaff Gaff'i sevmiş; zamanında epey döndürmüş idik. Özellikle Please Please Please, The Comeback ve Oh, Sweetheart kendini bolca dinletmişti.

Indie Pop'u 60'lı yıllar estetiğiyle harmanlayıp içine bir miktar çember pop baharatı ekleyen grubun ikinci albümü Our Ill Wills 30 Nisan'da sessiz sedasız yayımlanmış bile (en azından benim için sessiz sedasız oldu; çünkü yeni haberim oldu). Albümün ilk 45'liği Tonight I Have to Leave It bana The Cure'un neşeli şarkılarını anımsattı. Hoş olmuş, tebrik ediyoruz.

Video:

7 Haziran 2007

Diley Diley


İngilizcenin sevdiğim özelliklerinden biri şu: Anadili İngilizce olan insanlar diyelim ki yeni bir buluş yapıyorlar, bir teknik geliştiriyorlar, bilmemne yapıyorlar; sonra da var olan bir sözcüğü alıp o tekniği de aynı sözcükle isimlendiriyorlar. Tabii her zaman böyle yapmıyorlar, bir sürü sözcük üretiyorlar, türetiyorlar; bunları da seviyoruz, hatta bunları çok seviyoruz. Ancak zaman zaman "Ne kasacam olm, hadi adı bu olsun işte." şeklinde kolaycılığa da kaçıyorlar, kaçsınlar. İki türlü de güzel.

Neyse, saçmalamayı kesip asıl konuya geleyim:

Delay, "gecikme" anlamına geldiği gibi ses kayıtlarında kullanılan bir tekniği de belirtiyor. Diyelim ki bir abi gitar çalıp kaydediyor, sonra sese onlarca ya da yüzlerce milisaniyelik bir gecikme vererek (yüzlerce deyince sanki çoook uzun bir süreden bahsediyormuşum gibi duruyor; ama sonuçta milisaniyeden bahsediyoruz, saniyenin binde biri arkadaşım) aynı sesin tekrarlanmasını sağlıyor. Delay mevzuu şurada gayet güzel bir şekilde uzun uzun açıklanmış.

Bu tekniğin özellikle vokallerde, sağ ve sol kanal olmak üzere kullanılışına bayılıyorum. Diyelim ki abimiz ya da ablamız şarkıyı söylüyor misler gibi. Sonra sevgili ses mühendisi ya da ses teknisyeni alıyor bu vokalleri, tamamına ya da bir kısmına, bir gecikme, bir delay veriyor. Sonrasında bir de sağ kanala delaysiz halini, sol kanala da küçük bir gecikmeli halini koydu muydu gayet güzel oluyor (isterseniz kanalları değiştirebilirsiniz, salladım ben öyle). Tekniğin özünde mühendis arkadaşımız şarkıcının sesini, ikincisinde çok minik bir gecikmeyle, kayıt cihazına iki kere göndermiş oluyor. Bu durum şarkıyı dinleyen mahlûkat üzerinde, sanki şarkıdaki vokaller üstüste iki kere kaydedilmişçesine bir etki yaratmış oluyor.

Kullanın, kullandırın.

(grafik)

6 Haziran 2007

Şarkı: The Who - Baba O'Riley (1971)

Baba N'aber?

The Who'nun 1971 tarihli Who's Next albümünde bulunan (ki bu albüm bence pek çoklarının düşündüğü gibi Who'nun en iyi albümü falan değil, mod müziğinden kopup fazla Hard Rock'laştıkları nokta -albüm hakkındaki görüşümü de belirtmeden duramıyorum; neyse, işte bu albümdeki) Baba O'Riley isimli şarkıyı etnik karadeniz müziği/laz müziği yapan birileri mutlaka kavırlamalı.

Şarkıyı başından sonuna kadar sürükleyen, synthesizer'ın arpejitör özelliği marifetiyle elde edilen o arpej, bildiğin kemençe neredeyse. Tonu da kemençeye benziyor; ama asıl, içerisindeki o enerji resmen kemençenin enerjisi. Kemençeyle çalınması handiyse gereklilik olan bir arpej, bir melodi. Hatta şarkının sonlarına doğru giren Balkan müziği esintili keman melodileri de, yapılacak olan kavır içerisinde Kafkas müziği tavrıyla yorumlandı mıydı, oldu bu iş derim.

Buyrun dinleyin:





1 Haziran 2007

Şimdi ve Burada (*)

Monterey Pop

Birçoğumuz festivalleri seviyor; hatta onlara bayılıyoruz. Bu yaz İstanbul’da düzenlenecek olan festivaller de Türkiye’yi bu açıdan cennete çevirecek gibi görünüyor. Gelen bütün müzisyenleri sevmek durumunda olmasak bile bunca ismi görebilecek şansa sahip olmak heyecan verici. Dünya üzerindeki ilk geniş kapsamlı popüler müzik festivalini ise bundan 40 yıl öncesine tarihliyoruz: 1967 yılında gerçekleştirilen Monterey Uluslararası Pop Festivali.

60’lı yıllar genç insanların müzikle dünyayı değiştirebileceklerine, dünyayı değiştiremeseler bile gidişatı müspet yöne çevirebileceklerine derinden inandıkları yıllardı. O dönem içerisinde bunun mümkün olmadığını düşünen, kimimizin “karamsar”, kimimizin “gerçekçi” olarak niteleyedurduğu insanlar da vardı; ama onları, en azından bu yazı içerisinde, görmezden gelirmiş gibi yapalım. Saçlarımızda çiçekler, üstümüzde başımızda rengarenk giysiler ve cozurdattığımız gitarlarımızla dört bir yana sevgiyi, aşkı, börtü böceği savuralım.

Kaliforniya’nın Monterey şehrinde 1958 yılından beri bir caz festivali düzenleniyordu. Caz müzik bir sanat akımı olarak kabul görmüştü artık. Pop müziğin de - özellikle Beatles’ın öncü işleriyle - bu yola girmekte olduğu görülüyor, 1967 yazının “çiçek çocuklar”ın etkisiyle bir sevgi ve aşk yazı olacağı hissediliyordu. Bu ortamda Dunhill Records prodüktörü Lou Adler, Monterey Caz Festivali’nden de ilham alarak bir pop müzik festivali düzenlemeye karar vermiş, yanına Mamas & the Papas’dan John Phillips’i alarak organizasyon işlerine girişmişti. Adler, bu fikrin ilk olarak Mama Cass Elliot, John Phillips ve Paul McCartney’le rock & roll müziğinin bir sanat biçimi olarak kabul görmeyişi üzerine yapılan bir sohbetten doğduğunu belirtiyor. Bu isimler rock müziği bir sanat biçimi olarak meşru kılmak için böyle bir festival düzenlemeye karar veriyorlar.

16-18 Haziran 1967’de, toplamda 200.000 kadar müzik dinleyicisinin katıldığı ve “Aşk Yazı”nın belki de doruk noktası olan Monterey Pop Festivali’nde müzisyenler herhangi bir ücret talep etmeksizin çalmıştı. Festival, gâvurun “charity” dediği olguyu müzikle bağdaştırmanın ilk örneklerinden biriydi. The Monterey Pop Foundation isimli bir dernek kurulmuş, festivalin tüm geliri bu derneğe bağışlanmıştı. Halen festivalle ilgili materyal satışından elde edilen gelir burada toplanıyor ve Los Angeles Free Clinic, LA Children’s Museum, UCLA Children’s Hospital gibi kurumlara maddi destek sağlanıyor.

Festivalde folk, caz, soul, R&B, blues, psychedelia, pop, rock ve hatta Hint müziği gibi pek çok alandan müzisyen bir araya getirilmişti. Janis Joplin’in kendini ciddi anlamda gösterdiği ilk yerdi burası. Jimi Hendrix aynı dönemde İngiltere’de oldukça meşhurdu; ancak Birleşik Devletler’de pek tanınmıyordu. Monterey - onu konser listesine dahil etmek için büyük çaba harcayan Paul McCartney’in de yardımıyla - ABD’yi Jimi Hendrix isimli bir gitaristin varlığından haberdar etti. Festival sayesinde The Who, ABD’deki ilk konserini verdi; Jefferson Airplane tüm ABD’de tanınır bir grup haline geldi. Otis Redding beyaz ağırlıklı bir dinleyici topluluğu önündeki ilk önemli konserini burada verdi ve geceden sonra büyük bir yıldızdı. Monterey farklı yerlerden gelen bu müzisyenlerin tanışmaları için önemli bir mekân işlevi gördü.

Konsere katılacak olup katılamayan isimler de en az orada bulunanlar kadar mühimdi: The Beatles’ın Monterey’de sahne alacağı söylentileri almış yürümüştü, her zaman olduğu gibi böyle bir konserin en büyük heveslisi Paul McCartney’di. Ancak bir yıl kadar önce konsere ve tura çıkmayı tamamen bırakma kararı alan Beatles’ın diğer üyeleri buna sıcak bakmadı. The Beach Boys’un performansı son anda iptal edilmişti. Buna sebep olarak gösterilen iki durum vardı: Birincisi, o tarihlerde Carl
Wilson
’ın “vicdani ret” davasının görülüyor olması, ikincisi ise Smile albümü henüz tamamlanamadığı için Brian Wilson’ın konsere çıkmak istemeyişiydi.


Donovan ve The Rolling Stones, uyuşturucu bulundurmaları sebebiyle İngiltere’de tutukluydular; vize almakta zorlandıkları için de ABD’ye girişlerde problem yaşıyorlardı. Smokey Robinson festivalin seçici kurulunda olmasına karşın Monterey’de sahne alamadı. Bunun sebebi Motown Records’un sahibi Berry Gordy’nin Motown’a bağlı hiçbir müzisyenin festivalde yer almasına izin vermiyor oluşuydu. Festivalin seçici kurulu tarafından Cream’e de bir teklif iletilmişti; ancak menajerleri bunu reddetmiş, üstelik gruba birkaç yıl boyunca bu tekliften söz etmemişti bile. Eric Clapton’ın bunu öğrendiğinde küplere bindiğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Festival, bir grubun doğuşuna, bir grubun da yok oluşuna tanık oldu. The Byrds üyesi David Crosby, Byrds’le beraber verdiği son konserlerden birine çıktı; aynı zamanda Buffalo Springfield’la da çaldı. Crosby’nin Buffalo Springfield’la çalması Crosby, Stills, Nash & Young’ın temellerini attı. Mamas & the Papas ise Monterey’de sondan bir önceki konserini verdi. Festival öncesinde The Who’nun Pete Townshend’i ve Jimi Hendrix arasında da ateşli bir tartışma yaşandı. Pete Townshend, Who’nun Jimi Hendrix’ten sonra sahne almasını istemiyordu, Jimi Hendrix de aynı şekilde Who’dan sonra çalmak istemiyordu. Organizatörlerden John Phillips konuyu yazı-tura atmak marifetiyle çözdü.

Rock müziğin gidişatının yön değiştirmesinde ve sanatsal yönünün gelişmesinde Monterey Pop Festivali önemli bir rol oynadı. Festivale katılan/katılmayan pek çok grup bu festival sayesinde artık daha özgürdü; çünkü Monterey, insanların popüler müziğe bakışının farklılaşmasında önemli bir rol oynamıştı. Popüler müzisyenler albüm kapaklarından prodüksiyonlarına, şarkılarından kullandıkları müzik aletlerine kadar pek çok konuda daha rahattılar.

Monterey sayesinde rock müzik yeni bir müzik aletiyle de tanıştı. 1966 yılında Robert Moog tarafından geliştirilen Moog synthesizerlar, elektronik müziğin öncülerinden Paul Beaver ve Bernie Krause tarafından tanıtılmak üzere Monterey’e getirildi. Monterey’deki pek çok grubun ilgisini çeken enstrüman kısa bir süre sonra bu gruplar tarafından kullanılmaya başlanarak müzik dünyasında tanındı. Moog günümüzde de birçok müzisyen tarafından kullanılan, özel takipçileri bulunan, efsane haline gelmiş bir çalgı.
Festival, müzik alanındaki ilklerin yanında sinema alanında da bir ilke şahit olmuştu. Özellikle belgesel filmlerine aşina olduğumuz yönetmen Don Alan Pennebaker, sinema tarihinin ilk konser filmini burada çekti. Monterey Pop gibi yaratıcı bir şekilde isimlendirilen filmin yönetmeni Pennebaker: “Monterey’den önce bir konser filminin ne demek olduğunu bilmezdim. Kimse bilmezdi. Böyle bir şey yoktu.” diyor ve ekliyor; “Monterey, Amerikan kültüründe olağandışı bir ana tekabül eder. Müziğe, uyuşturuculara ve her şeye yansıyan yeni bir özgürlük anlayışı havada dolaşıyordu; tıpkı yaklaşan bir kasırganın habercisi gibi.”

1 yıl kadar sonra Monterey Pop Festivali’nin ikincisi yapılmak istendi, şehrin yöneticileri buna izin vermedi. 1969 yılında ise Monterey’nin organizatörlerine festivali yeniden düzenlemeleri için bir teklif sunuldu, bu sefer de organizatörler kabul etmedi. 1967 yılındaki atmosfer kısa bir süre içerisinde değişmişti. En ufak bir olumsuzluğun, bir ölümün, yaralanmanın, tutuklanmanın, herhangi bir şiddet gösterisinin, hatta bir dozaşımı olayının bile yaşanmadığı Monterey’den sonra festival düzenlemenin bedelleri artmıştı. Güvenliği sağlamak eskisi kadar kolay değildi. 1967’nin naif ruhu uçup gitmişti artık, bundan sonraki başka hiçbir festival Monterey’ye benzeyemezdi.

Monterey Uluslararası Pop Festivali tüm rock müzik festivallerinin atası olmasına rağmen verdiği duygu bakımından diğerlerine göre epey farklıydı. İki yıl sonraki Woodstock, Monterey’nin aksine (her ne kadar “zorunlu kalınarak” ücretsiz olsa da) ticari amaçlarla gerçekleştirilmişti. Daha çok insana ve daha çok eğlenceye sahip olmasına karşın Monterey’deki huzuru, rahatlığı ve aile hissiyatını içerememişti. Yıllar sonra düzenlenen Live Aid, yardım amaçlı bir festival olsa bile Monterey’deki samimiyeti ve naifliği hissettirmekten çok uzaktı.

Hippilere her zaman sıcak bakamasam da Monterey panayır alanındaki insanların sevgiye, barışa ve çiçeklere olan saf inancı, içimdeki olumsuz fikirleri bir kenara atmamı sağlıyor ve o “aşk cemaati”ne okkalı bir selam çakmaktan kendimi alamıyorum. Zamanın ruhunu harikulade bir şekilde yansıtan Monterey, “Aşk Yazı”nın kırkıncı yıldönümünde “ruhu olan zamanlar”a her daim ihtiyaç duyduğumuzu hatırlatıyor.


(*) Bant, Haziran 2007
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...