26 Kasım 2013

Konser: Luciana Souza (19 Kasım 2013, İstanbul)

19 Kasım akşamı Zorlu Center PSM, iki usta müzisyeni ağırladı. Her ne kadar konser “Luciana Souza Konseri” olarak geçiyorduysa da, Souza’ya en az onun kadar önemli başka bir müzisyen daha eşlik etti: Romero Lubambo. Madem öyle, önce biraz Lubambo’dan söz edeyim.


Romero Lubambo 1955 doğumlu Brezilyalı bir caz gitaristi. 1985 yılından bu yana ABD’de yaşıyor ve şu ana kadar Astrud Gilberto, Dizzy Gillespie, Al Jarreau, Harry Belafonte, Grover Washington Jr. gibi pek çok efsaneye eşlik etmiş. Sanırım bu isimler kendisinin ne kadar başarılı bir müzisyen olduğunu anlatmaya kâfi gelecektir. Lubambo, bir Brezilyalı olarak, yalnızca caz değil bossa nova, samba gibi 20. yüzyıl Brezilya müziklerini de kendi stiliyle icra etmekte. “Stili” hakkında önemli ipuçlarıyla dolu 2006 tarihli Softly albümünü hiç çekinmeden önerebilirim.


1966 doğumlu Luciana Souza da ABD’de yaşayan bir Brezilyalı. Babası bir bossa nova şarkıcısı, bestecisi ve gitaristi olan Walter Santos, annesi ise bir şair olan Tereza Souza. Lisansını Berklee’de caz üzerine, yüksek lisansını ise New England konservatuvarında klasik müzik üzerine tamamlayan Souza, bu nedenle temelde bir caz müzisyeni olmasına karşın klasik müzik çalışmalarına da sahip. Elbette, Brezilyalı oluşunun bir getirisi olarak bossa nova ve sambayı da ihmal etmiyor. Souza tam altı kez kendi çalışmalarıyla Grammy’ye aday gösterilmiş; Herbie Hancock’un çeşitli müzisyenlerle yaptığı işbirliği sonucunda ortaya çıkan Grammy ödüllü albüm River: The Joni  Letters'da da katkısı bulunuyor.


Bu kadar bilgi yeter, biraz da konserin kendisinden bahsedeyim. Souza ve Lubambo hem orijinal bestelerden, hem de klasiklerden oluşan bossa nova ve samba ağırlıklı bir repertuar sundular, aralara birkaç adet caz klasiği (özellikle Chet Baker’a övgü niteliğinde) serpiştirmeyi de unutmadılar; örneğin Baker’ın “The Thrill Is Gone”ı, konserin doruk noktalarından biriydi. Repertuarla ilgili fikir edinmek isteyenler, Souza’nın 2001 tarihli Brazilian Duos, 2005 tarihli Duos II, 2012 tarihli Duos III (ki bu “Duos” serisinin tamamında Lubambo’nun gitarını da, diğer birkaç gitaristle birlikte, duymak mümkün) ve yine 2012 tarihli Book of Chet albümlerine bir kulak atabilir. Konser boyunca gözüm neredeyse hep Lubambo’nun gitarında oldu. O kadar zarif, duru, ama aynı zamanda gösterişli olmayı da başarabilen bir stili var ki, hayran kalmamak mümkün değil. Öyle bir gitar tonuna, Souza’nın adeta cennetten düşmüş, su gibi akıp giden, latif ve duyguları aktarmakta hiçbir engel tanımayan sesinin eklendiğini düşünün. Bir de, üzerine krema olarak, Souza’nın zaman zaman kullandığı scat singing tarzını ilave edin. Souza’nın pek çok şarkıda perküsyonları da ustalıkla kullandığını belirtmeden geçmeyeyim. Her iki müzisyenin konser boyunca süregiden sempatik tavırlarını ise tanımlamak mümkün değil; her şarkının ardından Lubambo’nun bir kahkaha koyuverişi örneğin, zihnime kazındı kaldı. Bütün bunların sonucu da, nasıl geçtiği anlaşılmayan bir buçuk saatlik bir akustik ziyafet oldu.


Elbette bu akustik ziyafette konser mekânının da etkisi oldukça büyük. Souza’nın kendisi de konser esnasında mekânın güzelliğinden ve akustiğinden bahsetmeyi ihmâl etmedi. Gerçekten de bahsedilmeyecek gibi değil. Henüz geçen ay hizmete açılan Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde Ana Tiyatro ve Drama Sahnesi olmak üzere iki salon bulunuyor. Bu konser Drama Sahnesi’ndeydi ve oturma düzeninden akustiğine, sahnesinden ışık sistemine kadar her şeyiyle tam puan aldı benden. Yakın zamanda Ana Tiyatro’da da bir etkinliğe katılıp, o sahneyi de tecrübe etmek istiyorum. Hele ki 22 Şubat 2014’te, benim için efsane olan müzisyenlerden birinin, Ennio Morricone’nin söz konusu sahnede büyük orkestrasıyla birlikte Veda Turnesi kapsamında bir konser vereceğini düşününce, kendimi heyecanlanmaktan alıkoyamıyorum! Yalnızca popüler müzik, caz veya klasik müzik konserlerine değil, tiyatro oyunlarına ve –en şahanesi– dünyaca ünlü müzikallere de sık sık ev sahipliği yapacak olan Zorlu Center PSM’nin etkinlik takvimini sık sık ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum.

22 Kasım 2013

Albüm: Woody Guthrie - Dust Bowl Ballads (1940)

1929'da başlayan ve 1930lu yıllar boyunca etkili olan Büyük Bunalım yetmezmiş gibi, ABD'de 1930larda başka bir kriz daha yaşandı. Amerika'nın tam da göbeğinde, özellikle Oklahoma, Kansas, Kolorado ve Teksas'ta etkili olan "Dust Bowl" nedeniyle milyonlarca Amerikalı işsiz ve aç kalıp Batı'ya, Kaliforniya'ya göç etmek zorunda kaldı.


1930ların özellikle ilk yarısında ve ortalarında, aşırı kuraklık ve erozyonu önleyici yöntemlerin uygulanmaması sonucunda oluşan şiddetli toz fırtınaları, bölgede hem doğaya büyük zararlar verdi, hem de tarımı neredeyse tamamen öldürdü. Bunun sonucunda toprakları kullanılamaz hâle gelen çiftçiler her şeylerini bırakıp Batı'ya, özellikle de Kaliforniya'ya doğru yola çıktı. İşte bu döneme "Dust Bowl" veya "Dirty Thirties" adı veriliyor, bu dönemde meydana gelen göçler de "Dust Bowl Migration" olarak anılıyor.

Stratford, Texas'a yaklaşan bir toz fırtınası. 18 Nisan 1935.
Daha fazla fotoğraf için tıklayın.

İşte 20. yüzyılın en önemli folk müzisyenlerinden ve şarkıcı/şarkı-yazarlarından Woody Guthrie'nin ilk albümü Dust Bowl Ballads baştan aşağı bu trajediye ayrılmış bir müzikal destan. Yalnızca bir gitar ve vokal, zaman zaman eşlikçi bir armonika ile dönemin tüm dehşetini ve insanların çaresizliğini, yaşayanların gözünden yansıtabilmeyi başarıyor. Hatta kendisi de Oklahomalı olduğundan ve her ne kadar çiftçi olmasa da o dönemin sıkıntılarını ciddi şekilde yaşayıp, Kaliforniya'ya doğru göç edenlere katıldığından albümü yarı-otobiyografik olarak görmek de mümkün. Aslında sözlere dikkat edilmeksizin dinlendiğinde, bu müzikten kaygısız ve hatta neşeli bir his alınabilir. Ancak bu albümü güzelleştiren de melodilerin kaygısızlığıyla sözlerin depresifliğinin yarattığı o nefis kontrast oluyor.


Albümün akla getirdiği başka bir şey, 1960lar sonrası popüler müziğindeki bazı "yenilik"lerin fazlasıyla abartıldığı oluyor. Misal "konsept albüm" kavramı. Nereye baksam müzikseverler arasında hangi albümün "ilk gerçek öz hakiki" konsept albüm olduğuna dair tartışmalar görüyorum mesela; hatta zamanında bu tartışmalara bizzat katılmışlığım da var. Fakat 1940 tarihli bu albüme baktığımda, sapasağlam bir konsept albüm görüyorum. Üstelik o zamanlar bırakın "konsept albüm" kavramını, "albüm" kavramı bile yok; çünkü teknoloji buna izin vermiyor. "Albüm"ler genelde, her bir yüzüne 3 buçuk dakikadan daha fazla kayıt yapılamayan 78lik plakların (Türkiye'de taş plak olarak anılırlar) bir kutu içerisinde bir araya getirilmesi olarak anlaşılıyor. Bu nedenle de aslında tek tek, birbirinden bağımsız olarak kaydedilmiş olan plakların bir "toplama" mantığıyla bir araya getirilip satılmasından ibaretler. Hatta bu bile çok seyrek yapılıyor. 1930larda, '40larda, '50lerde albüm mantığıyla bir araya getirilmiş "albüm"lere pek rastlayamıyor oluşumuzun sebebi bu. Fakat Woody Guthrie, günümüz mantığında "albüm"ü keşfetmiş, bununla da yetinmemiş "konsept albüm"ü de keşfetmiş gibi görünüyor.

*Bu linkten albümdeki şarkıları baştan aşağı içeren bir YouTube playlist'ine ulaşabilirsiniz.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...