29 Aralık 2006

Soğan Yüzüğü

Birisiyle sözlenince söz yüzüğü, nişanlanınca nişan yüzüğü, evlenince evlilik yüzüğü falan takarız ya. Birisiyle soğanlanınca da soğan yüzüğü takmalıyız o zaman.

Sponsored by McDonalds.

21 Aralık 2006

Unsound Records


Size neredeyse kimsenin bilmediği bir indie plak şirketinden, Unsound Records'dan bahsetmek istiyorum.

Unsound Records asıl olarak bir Gabe Blair projesi. Zaten Unsound Records'un yayımladığı/yayımlayacağı (şimdilik) dört grubun ikisinde müzisyen olarak Gabe Blair'in de parmağı var.

The Pages
The Pages, Unsound Records'un üzerinde çalıştığı ilk proje/yayımladığı ilk grup. 15 Haziran 2005'te yayımlanan Creatures of the Earth adlı bir EP/Mini Album'leri var. The Pages'ın oldukça geçmişe referanslı bir müziği var. En harika şarkıları Creatures of the Earth. İki gitar, iki vokal, bir bas ve bir davuldan oluşan gayet klasik bir dizilimle nefis işler çıkarıyorlar. Garaj, Psychedelic ve Country/Folk etkiler had safhada. The Kinks'i, bayıldığım mod grup The Action'ı, zaman zaman Neil Young'ı andıran sada ve melodilerini çok güzel armoni vokallerle süslüyorlar. Sayfalarından üç tane şarkıları indirilebiliyor.

Bu adamların müziğini duyduğumda çok beğenip albümlerini getirtmiştim, çünkü dosya paylaşım programlarında bulunamıyorlar pek. En azından ben indirilebilen üç şarkısı dışında henüz rastlamadım. Söz konusu üç şarkıyı beğenenler başka şarkılarını da dinlemek isterse bir şekilde ulaştırabilirim, ya da üşenmezsem hepsini tek tek upload ederim bir yerlere. Bu adamların 2005'te yayımlanan en güzel müziklerden bir kısmını yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Ama kötü bir haber: Artık The Pages yok. The Pages'ın iki esas oğlanından biri olan Gabe Blair, kardeşi ve birkaç kişiyle birlikte Eaglekin diye bir grup kurdu, onlarla takılıyor. Diğer adam Grant Orsborn ise The Morning Pages adıyla yoluna devam ediyor.

Hanner
Hanner, Johanna Wright'ın tek kişilik projesi. Johanna Wright, yıllardır resimle uğraşıyormuş; müzik de yapabildiğini görünce müzik yapmaya karar vermiş. İyi ki de buna karar vermiş, bir gitar ve ukuleleyle gayet güzel işler çıkarıyor. New Weird America denen tarza yakın bir folk müzik yaptığı söylenebilir. The Pages gibi Hanner'ın müziği de bana aynı şeyi yaptırdı; hiçbir yerde bulamadığım için gittim CD'sini getirttim. Unsound Records'un sitesinden Hanner'ın üç şarkısı indirilebiliyor: Evidence, Mt. Saint Helens ve Psychic. Bunlar arasında özellikle Psychic ve Mt. Saint Helens gerçekten nefis.

Hanner'ın albümü No Guts, No Gravy 1 Kasım 2005'te yayımlanmış. Albümün bütün artworkJohanna Wright'ın elinden çıkmış. Zaten Unsound Records'un şu ana kadar yayımladığı tüm albümlerin artwork'leri ona ait. Çok güzel, çocuksu ve eğlenceli çizimleri var. Müzikleri de çok tatlı zaten.


The Diminisher
Daha birkaç hafta önce haberdar olduğum bir Unsound Records grubu. Asıl olarak David McDonnell'ın projesi. Snail Song'a aşık olduğumu söyleyebilirim. Elephant 6 gruplarına yakın bir müziği var The Diminisher'ın. Zaten işe ilk başladıklarında davulcuları Neutral Milk Hotel'in davulcusu Jeremy Barnes'mış. Tuşlu çalgılar (piyano, klavsen, org vs.), davul ve bastan oluşan müzikleri Neo-Psychedelia sularında yüzüyor. İlla benzetme yapmak gerekirse yeni dönemden Beulah, The Apples in Stereo, The Essex Green gibi gruplara; eskilerdense biraz Left Banke'e, biraz Love'a, biraz The Beatles'a, belki biraz da The Zombies'e benzetmek mümkün.

Daha yeni keşfettiğim için bende de siteden indirilebilen üç şarkı dışında herhangi bir şarkıları yok. Ama bu gidişle sanıyorum olacak. Diğer şarkıları da çok güzel ama özellikle Snail Song'a dikkat kesilmeli diyorum.

Eaglekin
Eaglekin, The Pages'dan Gabe Blair ve kardeşinin yeni projesi. Unsound Records'un sitesinde herhangi bir şarkıları yüklü değil henüz. Bir albümleri de yok. Ama myspace'leri var: http://www.myspace.com/eaglekin

Eaglekin'in de oldukça Psychedelic bir müzik yaptığını söyleyebilirim. Psychedelic ve Folk/Rock öğelerini Indie potasında güzelce birleştirmişler. The Pages'ın daha bir Indie yanında olan Gabe Blair'in Creatures of the Earth albümündeki Robot şarkısına yakın işleri var. Onlardan da yakında bir EP, bir albüm, ne bileyim bir şeyler bekliyorum işte.

The Morning Pages
Madem Unsound Records'dan ve The Pages'dan bu kadar övgüyle bahsettim, The Morning Pages'ın adını anmadan olmaz. The Pages'ın iki "ego"sundan biri olan Grant Orsborn'un The Pages dağıldıktan sonra kurduğu grup bu. Grubun Unsound Records'la herhangi bir organik bağı olmasa bile, The Pages bağlantısı ve yaptıkları müzik onlardan söz etmek için yeter de artar bile. The Pages'ın daha bir Folk/Rock tarafında olan Grant Orsborn'un The Morning Pages'la yaptığı müzik de o yönde seyrediyor. Psychedelic ve Indie süslü bir Folk/Rock. Bir Neil Young, bir Buffalo Springfield, bir The Flying Burrito Brothers havası almıyor değilim. Grant'in sesi Neil Young'a epey benziyormuş be... Onların da myspace'i var: http://www.myspace.com/themorningpages

Umarım Unsound Records'u ve bütün bu bahsettiğim grupları seversiniz.

The Pages - Creatures of the Earth
The Pages - Such a Beautiful Dream
The Pages - At the End of the Night
Hanner - Psychic
Hanner - Mt. Saint Helens
Hanner - Evidence
The Diminisher - Snail Song
The Diminisher - A Subtle Sign
The Diminisher - Trainstation





18 Aralık 2006

Albüm: Joanna Newsom - Ys

[Drag City; 2006]

Y(e)s!

Birisine Joanna Newsom dediğimde iki tarz tepki alıyorum; ya onu çok seviyorlar, ya da neredeyse nefret ediyorlar. Tabii üçüncü tip tepki olan “o kim?”in sözünü bile etmiyorum burada.


Joanna Newsom solo çalışmalarına başlamadan önce The Pleased’in klavyelerini çalıyormuş, bir dönem Golden Shoulders’la çalışmış, bir de Deerhoof’tan Greg Saunier ve Hella’dan Zach Hill’le birlikte Nervous Cop isimli bir projeye destek vermiş. Adını tek başına duyurması ise 2002 yılında yayımladığı Walnut Whales EP’sine denk geliyor. Bu EP’deki şarkıların çoğu 2004 tarihli Joanna Newsom ilkalbümü The Milk-Eyed Mender’da da (farklı düzenlemelerle) yer almıştı. The Milk-Eyed Mender, Joanna Newsom’ın ciddi anlamda tanınmasını ve insanların ya onu çok sevmesini ya da ona gıcık olmasını sağlayan kayıt.

İnsanlar onunla alay ettiği için çok uzun süre boyunca sesini kullanmaktan çekinen Joanna Newsom daha sonra bu kararını değiştirmiş; iyi ki de değiştirmiş. Newsom’ın sesi bir çocuk gibi çıkıyor; zaman zaman çığlığımsı, detone, kırık ve çatlak sesler çıkaran bir çocuk gibi. Bu durum özellikle ilk albüm The Milk-Eyed Mender ve daha öncesinde yayımladığı EP ve 45’liklerde çok belirgin. 13 Kasım 2006’da yayımlanan yeni albümü Ys’de ise (“ease” şeklinde telaffuz ediliyormuş) sesini daha kontrollü kullanmış, eskisi kadar çatlamıyor ve çınlamıyor. Ama bunu olumlu ya da olumsuz bir anlamda söylemiyorum, bana kalırsa sesinin her hali gayet güzel ve büyülü. Sesinin yanına ana enstrümanı olan arpın büyüsünü de kattığınızda acayip bir huzur hissiyatına büründürüyor insanı, ki ben bu hissiyata “vanilyalı çay hissiyatı” diyorum kendimce.


Joanna Newsom’ın ilk albümü The Milk-Eyed Mender’daki şarkıların melodik yapısı bildiğimiz popüler şarkı yapısına çok uygundu. Bu şarkılar; kıtaları, nakaratları, ara nağmeleri, süreleri vesaireleriyle pop şarkısı yapısındaydı. Albümün enstrümantal altyapısı ise oldukça sadeydi. Genellikle arpın, zaman zaman elektrikli piyano ya da klavsenlerin sürüklediği şarkılardı bunlar. Sanırım Peach, Plum, Pear hala en sevdiğim Joanna Newsom şarkısı.


Yeni albüm Ys ise ilk albüme oranla oldukça farklı. İlk albümdeki, süreleri 2 ila 6 dakika arasında değişen şarkılar yerlerini en kısası 7 dakika 17 saniye, en uzunu ise 16 dakika 53 saniye olan şarkılara bırakmış. Üstelik yanına Van Dyke Parks gibi bir deha ve ustayı almış JoannaVan Dyke Parks orkestrasyonları şarkılara farklı bir güzellik ve derinlik katmış. Bunun yanında albümün teknik ve müzikal altyapısında Steve Albini ve Jim O’Rourke gibi isimlerin de emeği var.


Joanna Newsom bize daha önceki çalışmalarında olduğu gibi yine öyküler, masallar anlatıyor. Ama bu sefer uzun uzun anlatıyor. Söz yazmadaki, sözcük oyunlarındaki ve alegorideki yeteneğini daha da ön plana çıkarıyor. Anlattığı hikayelerin yaşamından süzülen hikayeler olduğunu, albümün kayıtlarına başlamadan önceki son yılında çok önemli dört olay yaşadığını ve bunları daha kısa bir şekilde anlatamayacağını söylüyor kendisiyle yapılan bir söyleşide. Albümdeki şarkıların uzunluğunu buna bağlıyor. Tabii ki o masalımsı anlatımında bu gerçek hayat öykülerini bulmak bizim için o kadar da kolay olmuyor.

Şarkıların uzunluğu, Joanna Newsom’ın müziğinin melodik yapısını da yoğun bir şekilde etkilemiş. Kulağı yakalayan bir melodi üzerinde giderken, birdenbire uzaklara açılıveriyor, bizi farklı yerlere sürüklüyor. Derken bir anda yeniden asıl temaya dönüveriyor. Bu açılıma kemanların, akustik ve elektrik basların, orkestra flütlerinin etkisi de çok büyük.

Beş adet “masalsı şarkı”dan oluşan Ys, ve genel olarak Joanna Newsom’ın müziği, pek çok referans içerse de son derece kendine özgü. Bu kendine özgülük, 1982 doğumlu bu insandan daha yıllar boyu çok güzel şeyler dinleyeceğimizin de habercisi.


13 Aralık 2006

Determama

Sevgili günlük,

Sana bugün yaptığım bir salaklığı anlatmak geldi içimden. Salaklık yapmadığım bir gün olduğunu sanmıyorum; ama hepsini de seninle paylaşamam değil mi günlük?

Çamaşır makinem mutfakta duruyor. Hal böyle olunca mutfaktaki raflardan birinde de deterjan duruyor. Hemen önün üstündeki rafta da Köfte'nin maması (Köfte bizim kedimizdir -İbo "Asena bizim kedimizdir." der de ben böyle bir cümle kuramaz mıyım yani).

Bu akşam eve döndükten sonra şuna bir mama vereyim dedim. Gittim mutfağa, rafa uzandım, elime aldım mama sandığım şeyi. Mutfaktan çıkıp köftenin mama kabına doğru yöneldim, eğildim, paketin içindekini boşaltmak üzereydim ki elimdeki şeyin bildiğin Omo Matik paketi olduğunu fark ettim (sen iyi bilirsin günlük, o yüzden "bildiğin" dedim)... Zehirliycektim kediyi be.

Hamiş: Köfte'yi zehirleseydim beni döver miydin Gökçe?

6 Aralık 2006

Seven Kıskanır

Dünyanın en sıkıcı işi olan bankacılıktan biraz olsun zevk almak için maymunluklar yapmaya başladım.

Mesela bugün çocuğu için hesap açtırmaya bir kadın geldi: "Benim 15 yaşında bir oğlum var." dedi. Ben de "Benim de henüz üç yaşında bir kardeşim var, evet buyrun." dedim.

Eğleniyorum kendimce.

30 Kasım 2006

Payne Ailesi

Candie Payne iyi bir müzisyen. Hem 60'ların "Fransız popu" ruhuna sahip, hem de garaj ve saykedelya geleneğinden de oldukça sağlam beslenmiş. Liverpoollu kendisi, The Coral, The Zutons, The Little Flames, The Dead 60s gibi isimleri de barından Liverpoollu plak şirketi Deltasonic'le çalışıyor.

Bir de bunun ekürisi var Howie Payne diye. Howie amca da Liverpoollu, Candie Payne'in de bişeysi ama nesi olduğunu çıkaramadım. Kardeşler mi, evliler mi, nedir ne değildir bilemiyorum. Yakında öğreniriz gerçi.

Howie Payne de güzel Folk-Rock yapıyor. Myspace'te üç şarkısı var. A Long Time Away neredeyse bir Neil Young şarkısı gibi. Neil Young'ın Harvest dönemi falan, Heart of Gold vs. Akıp giden akustik gitarlar, sakin davul ve bas... Walk by My Side da güzel şarkı. Biraz Nick Drake'i, biraz Bob Dylan'ı, biraz The Byrds'ün country-rock dönemlerini anımsatıyor. Howie Payne'in en rakınrol şarkısı ise Who Else Gonna Save You. Şarkının sadasında yine Neil Young'lık var, ama biraz daha erken Neil Young, Buffalo Springfield'le çaldığı dönemler belki. Ama onlardan daha fazla rakınrol bir hava. Eğlenceli şarkı. İşin içine Hammond falan girmiş, cowbell'ler coşturuyor şarkıyı.

Bu Payne'ler güzel insanlar. Biraz daha merak ededuralım biz bu Liverpoollu çocukları.


Liverpool'dan pek boş şey çıkmıyor; şimdi kalkıp Atomic Kitten demeyin bana, döverim.

27 Kasım 2006

Kinks'im Ağrıyor


Geçen gün bankada, günde ancak 1 ya da 2 kez verebildiği 5 dakikalık sigara molalarından birinde kendi kendine konuşurken yakaladım Tolga'yı. (Yine mi kendime başkası gibi seslendim yoksa).

"Başım ağrıyor." diyordum. Ama başım falan ağrımıyordu. Kendimi başımın ağrıdığına inandırmaya çalışıyordum, bahane arıyordum belki de. Başımın ağrıdığına ilk başta kendim bile inanıyordum ki, "Oğlum, saçmalama." dedim, "başının falan ağrıdığı yok." En azından o anda ağrımıyordu işte. İlginç bir psikoloji olduğunu düşündüm.

Ancak ne bahanesi bulursam bulayım akşam en az 6-7'ye kadar işyerinde olmam gerektiği gerçeği ise ayrı bir şeydi, değinmek bile istemiyorum.

Ama akşam olup da evde The Kinks dinlemeye başlayınca geçti hepsi be. Acayip bir grup bu Kinks. Her türlü ruh halinde birebir. Hele ki 70'lerde saçmalamaya başlamadan önce 60'ların ortasından sonuna kadar yaptıkları müzikler yok mu. Var, iyi ki var.

'Cause he's oh, so good,
and he's oh, so fine,
and he's oh, so healthy,
in his body and his mind.

He's a well respected man about town,
doing the best things so conservatively.

İronik çocuklar sizi.

***

Bir de not düşmek istiyorum: Holly Golightly Kinksvari müzikler yapıyor, dinlemek lazım. (Lan, Mehmet Ali Kışlalı denen nefret ettiğim adam gibi hissettim birden, araya yıldız koyup not düştüm ya allah belamı versin, onun spor notları meşhurdur, ben de vereceğim bir tane).

***

SPOR NOTU: Cıvık mantarlar nemli ortamda yaşayıp saprofit olarak besleniyorlarmış. Geçen gün dikkatimi çekti. Sporla üreyen bu cıvık mantarların sporları da sert bir çeperle örtülü. Misroskopla inceleyin.

***

Tiksindim kendimden.

23 Kasım 2006

Let's Love Something


The Dears'ın There Is No Such Thing As Love'ının girişi ve bazı bölümleri The Beatles'ın Something'ine ne kadar da benziyor. Akor dizilimi, klavyeler ve bas yürüyüşleri... İki şarkıyı da baştan sona dinlerseniz anlarsınız, sizde o ışığı görüyorum ben.

Güzel bir benzerlik olmuş.

21 Kasım 2006

Albüm: Art Brut - Bang Bang Rock & Roll

[Fierce Panda; 2005]

Art Brut”, toplumdan bir şekilde dışlanmış ya da kendini bilinçli olarak toplum dışına atmış olan insanların elinden çıkan yapıtları içeren bir sanat akımı. Aslına bakılırsa tam anlamıyla bir akım bile sayılmaz; Fransız ressam Jean Dubuffet 1947 yılından itibaren akıl hastalarının, mahkûmların, sağır ve dilsiz insanların, körlerin eserlerinin koleksiyonunu yapmaya başlıyor ve bu eserlere dair bir tanım olarak da “Art Brut”yu getiriyor. Türkçeye “ham sanat” olarak çevirebileceğimiz bu isim 2004 yılında Londra’nın güneyinde yaşayan 5 insana ilham veriyor.

“Grup kurduk, bir grup kurduk!” diye bas bas bağıran Art Brut, İsrail ve Filistin arasında barışı sağlayacak şarkılar yazmak istiyormuş; bunu albümün açılış şarkısı Formed a Band sayesinde öğreniyoruz. Bu çocuklar, eğlenceli; eğlenceli olduğu kadar da haysiyetli bir punk icra ediyor. Müzik yaparken eğlendiklerini de dinleyiciye çok samimi bir şekilde aktarabiliyorlar.

Vokalist Eddie Argos zaman zaman (hatta çoğu zaman) konuşur gibi söylüyor şarkılarını. Ki daha ilk şarkıdayken bu konuda bizi uyarıyor zaten: “Evet, ben bu şekilde şarkı söylüyorum, ironi değil bu, rock and roll hiç değil.”

Sözleri her daim çok ilgi çekici ve çok eğlenceli: My Little Brother’da “sadece” 22 yaşında olan ve Rock and Roll’u henüz keşfetmiş olan erkek kardeşinden, Emily Kane’de 10 yıl, 9 ay, 3 hafta, 4 gün, 6 saat, 13 dakika ve 5 saniye önce ayrıldığı sevgilisinden, Modern Art’ta modern sanatın üzerindeki etkilerinden, Good Weekend’de (Emily Kane’in etkisinden kurtulmuş olsa gerek ki) yeni sevgilisiyle neler yapmak istediğinden ve onu “tam iki kere!” evet evet, “tam iki kere!” çıplak gördüğünden bahsediyor vokalistimiz.

Bang Bang Rock & Roll’da seksten, uyuşturuculardan ve rock’n’roll’dan iştiyakla bahsederlerken, araya Velvet Underground şarkılarına katlanamadıklarını ve bunun yanında seksten, uyuşturuculardan ve rock’n’roll’dan bahseden şarkıları çok sıkıcı bulduklarını sıkıştırıveriyorlar. Fight’ta “hadi hadi, gel gel!” çekiyor bize Art Brut: “Gel de kavga edelim, hadi!”
Moving to L.A.’de mümkün olabilecek tüm klişeleri kullanarak Los Angeles’a yerleşmekten bahsediyorlar: “Axl Rose’la takılayım, kendime yeni giysiler alayım, ‘belden üstüm çıplak olmak suretiyle’, Harley Davidson’ımla yollarda süzüleyim; hatta bir dövme yaptırayım. Dertlerimden uzakta, Morrissey’le Hennessy içeyim.” ve devamı... Müzik ikonlarıyla olduğu kadar müzik basınıyla da dalga geçmeyi çok iyi biliyor bu çocuklar: Bad Weekend’de “Uzun zamandır NME okumadım, ne tür müzik yaptığımızı bilmiyorum” diyorlar. Şarkı sözlerindeki popüler kültür ve Top of the Pops takıntısı da dikkatlerden kaçmıyor elbette. Albümün son iki şarkısı olan Stand Down ve 18.000 Lira’da ise bir İtalyan mafyası karakteri "uydurup", ondan bahsediyorlar.1976 yılında İngiltere’de yaşanan “punk patlaması” sırasında muhtemelen hayatta bile olmayan bu çocuklar söz konusu punk ruhunu çok başarılı bir şekilde içselleştirmeyi başarmışlar. Müziklerinde Television Personalities’den Buzzcocks’a, The Fall’dan Wire’a, Supergrass’ten Pulp’a kadar pek çok güzel grubun etkisini gözlemek mümkün.

Art Brut’nun müziğe yaklaşımının The BeatlesBuzzcocksSupergrass çizgisinde gittiğini söyleyebilirim. “Nasıl yani?” diyecek olanlara ise “müzik yaparken çok eğlenmek, müziğin kendisi dışındaki etmenleri çok da fazla önemsememek” gibi şeylerden bahsedebilirim. Kanımca 90’lı yıllarda Britanya’nın gördüğü en samimi, en eğlenceli ve (çok iddialı görünse bile) belki de en önemli grup olan Supergrass’ın geçirdiği evrime benzer bir evrim geçirmesini bekliyorum Art Brut’nun.

Bang Bang Rock & Roll 2005 yılı içinde yayımlanmış en önemli birkaç albümden biri.


11 Kasım 2006

Her Şey Uçsun


Bazen bir zaman/mekân düşlüyorum. Müziğin kitlelere dinletilmek ya da albüm satmak/konser vermek için yapılmadığı, öykülerin yazıya dökülmediği, her şeyin o an için yaşandığı ve o andan sonra uçup gittiği, hiçbir şeyin kaydedilemediği bir yer. Teknoloji diye bir şeyin olmadığı, belki tamamen pastoral bir mekân.

Bunları söyleyince hemen aklıma The Beatles'ın Mother Nature's Son'ı ve Mazhar Fuat Özkan'ın Sanatçının Öyküsü'sü (ekleri sorunlu Türkçem) geldi. Bilmiyorum anlatmak istediğim o tip bir şey miydi? Aslında tam da değil. Zihnimdeki bu imgeyle ilgili o huzur hissini sözcüklere dökemiyorum pek.

Yanındaki insana/insanlara bütün gün şarkılar çal, söyle; o/onlar çalsın söylesin. Öyküler anlatılsın. Ama bunların tümü muhteşem şeyler olsun, muhteşem şeyler olmasına karşın hepsi yok olup gitsin, uçsun. Çünkü o muhteşemliğin ucu bucağı olmasın, her zaman o güzellikteki şeyler ortaya çıkacak olsun. Konfor olmasın, yalnızca huzur ve sakinlik olsun.

Bu tip bir yaşamın eski dönemlerde yaşandığını söyleyecek olanlar çıkabilir. Hayır ama, bu bir ütopya; ne geçmişte oldu, ne de gelecekte olacak. Aslında bu, insanların teknoloji ya da bilimle ilgili her şeyin farkında olduğu ve işte tam da bu farkındalık yüzünden bütün bunları kenara attığı bir zaman ve mekâna dair bir ütopya.

Bu ütopya kimilerine son derece distopik ve sıkıcı gelecektir, farkındayım. Zaten ben böyle bir ütopyayı yaşarsam hiç mi sıkılmayacağım, "kuşlar, böcekler, lay lay" diyerek her daim huzurlu mu olacağım? Yok böyle bir şey tabii ki. Yine de zaman zaman ihtiyaç duyulabiliyor buna yakın şeylere. Son zamanlarda bu tip bir dönem yaşıyorum, hepsi bu sanırım.

Bugün de bir korudan geçtim zaten, kulağımda güzel ve sakin bir müzikle, çimlere uzanasım geldi; ama işim vardı, şehre inmek durumundaydım, girdim hengâmeye yeniden. O hengâme de güzel.

9 Kasım 2006

Ölü Olarak Doğduktan 34 Yıl Sonra Dirilenler

Geçenlerde "kayıp" bir grubun varlığından haberdar oldum: The Aerovons.


1966'da ABD, St. Louis'de kurulan grup 1968'de kapağı İngiltere'ye atmış, 1969'da ise Abbey Road stüdyolarında sınırlı sayıda basılan bir 45'lik ve hiç yayımlanmayan bir albüm kaydetmiş. Albümün bize ulaşması 2003 yılını bulmuş. The Aerovons'un esas oğlanı Tom Hartman 1969 yılında yalnızca 17 yaşındaymış. Aerovons şarkılarında rastladığımız birebir The Beatles melodilerini bu 17 yaş halet-i ruhiyesine yoruyorum ben. Üstelik bu alıntılanan şarkıların bir kısmı Beatles henüz onları yayımlamadan Aerovons repertuarına melodi kontenjanından girmiş. Mesela Say Georgia'nın başındaki birebir "Oh! Darling" melodisi ("Say Georgia" şeklinde söylenecek). Resurrection'da da şarkı boyunca, zaman zaman It's Only Love'ın gitar ritmini de yanına katarak, Across the Universe melodileri uçuşup duruyor. Bütün bunlar Aerovons'a kötü demek için yeterli mi? Bence değil.

The Aevorons'un müziği tam anlamıyla bir "dönem" müziği aslında. Beatles'ınki gibi zamansız ve her dem taze bir müzik değil. Genel sada olarak da The Beatles'tan ziyade The Hollies'in ya da Bee Gees'in 1960'ların sonunda yaptıkları işleri andırıyor (bu grupların yanına Badfinger da eklenebilir). Ayrıca bütün bu şarkıları yapan adam, bunları kaydedip söylerken henüz 17 yaşında. World of You gibi bir güzelliği yaratmış olması bile saygı duymak için yeterli bir sebep.



10 Haziran 2006

9 Haziran 2006

Albüm: Kanye West - Late Registration

[Roc-A-Fella; 2005]
Rap yeniden 80’li yılların başlarındaki güzel günlerine mi dönüyor? Son zamanlarda bana bu soruyu sorduran en önemli isimlerden biri de Kanye West.

2000’lerin başında katkıda bulunduğu kaliteli prodüksiyonlarla adından söz ettirmeye başlayan West, 2004 yılı içerisinde ilk albümü The College Dropout’u yayımlamıştı. Zeki ve kıvrak ritimleri, komik ama akıllıca sözleri, zaman zaman soul’a yakın duran müziğiyle pek çok kimseyi memnun etmiş olan albümün ardından 2005 yılı içerisinde Late Registration geldi. Late Registration’la birlikte Kanye West’in müziği çok daha gelişmiş, olgunlaşmış ve güzelleşmiş. Yalnızca “funky” ritimleriyle ve akıcılığıyla değil, geçmişe çok sağlam selamlar çakan sample’ları ve Rap’te çok da alışık olmadığımız şahane melodileriyle de aklımızı başımızdan aldı bu albüm.
Late Registration yalnızca Rap dinleyenlere değil, tüm müzikseverlere hitap etmeyi başarıyor; hele ki soul, funk ve geçmiş zaman r&b’si aşığı olanları tek kelimeyle hapsediyor.
Kanye West ve Jon Brion’un ortak prodüktörlüğünde hazırlanan albümün ilk iki parçası Wake Up Mr. West ve Heard ‘Em Say’de kullanılan Natalie Cole sample’ı Someone That I Used to Love’ın melodisi albümün devamını delicesine merak etmemize yetiyor da artıyor bile. Üstelik Moron Beş’in, ah özür dilerim Maroon 5’ın vokalisti Adam Levine de şarkıya katkıda bulunmuş. Evet, inanamıyorum; ama nefis olmuş. Hemen peşinden gelen şarkı Touch the Sky, vücudumuzun sabit kalmasına izin vermeyen şahane ritmi ve Curtis Mayfield’ın Move on Up’ından akıllıca sample’lanmış bölümleriyle kendimizden geçiriyor bizi. Aynı şarkıda çaktırmadan John Denver’ın Leaving on a Jetplane’ine de bir göndermede bulunuyor Kanye West; keşfetmek size kalmış. Ardından Gold Digger'da Jamie Foxx’un Ray Charles tarzında I Got a Woman’ın bir bölümünü -bir miktar farklı sözlerle- söyleyişinin ardından Ray Charles’ın kendisini duyuyoruz: I Got a Woman’ın üzerine ancak bu kadar güzel bir rap yerleştirilebilirmiş.

Albümün her şarkısında bir sürpriz var. Drive Slow’da “geçmiş zamanlar”ın en önemli alto saksofoncularından Hank Crawford’un meşhur Wildflower’ından nefis bir saksofon sample’ıyla karşılaşırken, My Way Home’da Gil-Scott Heron’un yürek okşayan sesinden Home Is Where the Hatred Is’in bölümlerini dinliyoruz. Roses’da Ain’t No Sunshine şarkıcısı Bill Withers’ın Rosie’sine, prodüksiyon açısından albümün en çok dikkat çeken şarkılarından biri olan Addiction’da Etta James’in o buğulu sesiyle My Funny Valentine’dan bölümlere rastlıyoruz. Gitar, perküsyon ve Kanye West’in tek kelimeyle “şahane” olarak tanımlanabilecek Rap’inin sürüklediği şarkı adeta su gibi akıp gidiyor, ferahlattığı kadar hüzne de buluyor.

Diamonds from Sierra Leone’yi Shirley Bassey’nin Diamonds Are Forever yorumu süslüyor. Konusu hasebiyle Live 8 esnasında da kulaklarımızın pasını gideren şarkı, elmas yataklarının neredeyse tamamı yabancı sermayenin elinde olan ve bu sebeple açlıkla boğuşan Sierra Leone’den bahsediyor. We Major o şahane nefesli düzenlemelerinin de etkisiyle 70’lerden gelen harika bir soul şarkısı gibi tınlıyor. Hey Mama’yı 70’lerin pek adı sanı duyulmamış folk şarkıcısı Donal Leace’in Today Won’t Come Again’inin melankolik melodisi sürüklüyor. Celebration’da 70’lerin deep funk gruplarından Kay-Gee’s’e rastlıyoruz. Yaylı ve nefesli düzenlemelerinin yanı sıra moog-vari synthesizer oyunları ve vokaller şarkıyı o kadar çekici kılıyor ki, uzun süre etkisinden çıkamadan anlamsız gözlerle aval aval ortalıkta dolaşmak çok mümkün.

Albümün belki de en güzel sürprizi Gone’da geliyor. Otis Redding’in It’s Too Late’inin üzerine kurulmuş olan şarkıya Jon Brion’un elinden çıktığı ilk dinleyişte anlaşılan yaylılar da ayrı bir tat katıyor. Albümün son şarkısı Late ise The Whatnauts’un I’ll Erase Away Your Pain isimli şarkısının iç burkan melodisi eşliğinde yumuşacık bir kapanış yapıyor albüme. Tatlı tatlı kulağımıza gelen elektrik piyano ve bas dokunuşlarıyla albüm nihayete eriyor.

Geçmişe dair bütün bu göndermeler sakın albümün “retro” anlayışla hazırlandığı gibi bir fikre kapılmanıza yol açmasın. Aksine, albümün her bir şarkısının her bir saniyesi son derece “yeni” ve taze tınlıyor. Yıllar sonra 2000’li yılların ve hatta tüm zamanların en iyi Rap albümleri listelerinde başa güreşeceğine inandığım Late Registration, “Rap’ten sağlam bir şey çıkmaz” önyargısını taşıyan kendini bilmezlerin de acilen dinlemesi gereken şahane bir albüm.

Albüm: Paul McCartney - Chaos and Creation in the Backyard

[Parlophone; 2005]

Uzun yıllardır Paul McCartney’i takip eden biri olarak söylemeliyim ki bu albüm öncelikle prodüksiyonuyla dikkatimi çekti. Tanrıya şükür Paul artık Jeff Lynne’la çalışmıyor. Hayır, Jeff’i severim, delikanlı çocuktur; fakat 90’lı yıllarda yayımlanan cânım Macca şarkılarını prodüksiyon esnasında gereğinden fazla enstrümana boğmasına hep içerlemiştim. Bu albümün prodüksiyonunu Nigel Godrich’le birlikte üstlenen Macca bu açıdan iyi bir iş çıkarmış.

Bu albümde 70’lerin başındaki Paul’u duyduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Birisi gelip de bana English Tea’yi dinlettikten sonra, “Bu şarkıyı Paul 1971’de kaydetmiş; ama sonra bir kenara koymuş, hiçbir albümüne almamış.” deseydi, ne yalan söyleyeyim, saf saf inanırdım. Ancak durumun böyle olması, albümün miyadı dolmuş bir sadayla örülü olduğunu göstermiyor; aksine Paul McCartney’in, dinlediğimde bana hala taze gelen bir sadayı 70’lerin başında yakalayabildiğini gösteriyor. Chaos and Creation in the Backyard’ın McCartney ve Ram albümleri çizgisinde giden ve prodüksiyon açısından bu çizgiyi biraz daha ileri götüren bir albüm olduğu söylenebilir. 1970 tarihli McCartney albümünde olduğu gibi burada da yaylılar ve bazı nefesliler dışında her şeyi Paul McCartney çalmış; güzel de çalıyor kerata, çalmaya devam etsin.

Şimdi gerçeklerle yüzleşme zamanı; albümü ilk dinlediğimde 4-5 şarkı dışında oldukça vasat bulmuştum. Bu albüm ilk dinleyişte vuran albümlerden değil kesinlikle. Evet, Paul’un kullandığı en önemli taktiklerden biri vurup kaçmaktır aslında; burda o tip şarkılar da var: Promise to You Girl, Fine Line, Follow Me gibi... Fakat albümün çoğu vurup kaçan şarkılardan değil, önce belki bir miktar sıkıcı gelip sonra kaptırılan şarkılardan mürekkep. Misâl; Riding to Vanity Fair’i ilk duyduğumda şöyle bir yorum yaptım: “Hani Paul’un o muhteşem melodi yaratıcılığı? Hani nerde bu şarkının middle eight’i? Nerde o yoğunluk?” Paul’un biz dinleyicilerini alıştırdığı şey genelde şuydu: Bir şarkı yapardı, şarkının içine sürüyle birbirinden “yakalayıcı” melodi yerleştirir ve bizi her saniye “bir şaşkınlıktan bir diğer şaşkınlığa” sürüklerdi; içindeki melodilerle 4 tane şarkı üretilebilecek işler yapardı. Bu albümde bu tarzını çok yoğun kullanmamış; minimalist takıldığı yerler olmuş. Riding to Vanity Fair, bu minimalizmin en çok belirginleştiği şarkı, üstelik albümün en uzun şarkısı. ilk başlarda garipsetiyor; ancak sonradan çok sevdiriyor kendini. ayrıca Paul’un eski alışkanlıklarını sürdürdüğü bir sürü şarkı da var bu albümde. Promise to You Girl, bu duruma en açıkça tanık olunabilecek şarkı; ki bence albümün de en iyi şarkılarından biri.

Albüm Fine Line’la açılıyor, bir açılış şarkısından beklenebilecek her şeye sahip. Akılda kalıcı bir melodi, yüksekçe tempolu bir ritim, akıcı bir hissiyat; daha ne olsun. İlk dinleyişte çarpıyor, daha sonra da kendini dinletmeye devam etmeyi başarıyor. İkinci şarkı How Kind of You ilk dinleyişte çarpmasa da dinledikçe ısındırıyor kendine. Arka plandaki ufak tefek “atonalimsi” tıngırtılar ve içerdiği harmonium sayesinde psychedelic bir hava yakaladığı da söylenebilir. Bunu takip eden Jenny Wren için Paul McCartneyBlackbird’ün kızı.” demiş. Sanırım Blackbird bir Türk’le evlenmiş; belki de bir Rumen ya da Ermeni’yle evlenmiştir. Ama kesinlikle bir Balkan ve/veya Kafkas etkisi var. Bunu sağlayan şey de içerdiği o tuhaf duduk solosu. Şarkının kendisi zaten yeterince içli ve etkileyici, o solo da girince kalp krizi kaçınılmaz oluyor. Paul’un melodi yaratma ve tonlar arasında alakasızca dolaşma ustalığını yeniden duyuran bir şarkı. At the Mercy ise sanki 1971’den kalmış gibi. Yine melodiler arasında ustaca geçişler söz konusu, yine hipnotize edici. Friends to Go klasik bir Macca şarkısı; benzerlerine daha önceki Macca albümlerinde de rastladığımız tarzda gidiyor. English Tea’yi ise hiç utanmadan ve çekinmeden For No One’ın erkek kardeşi ilan ediyorum. Ciddi ciddi barok etkiler taşıyan bu şarkı müzikal anlamda 1966 tarihli The Beatles şarkısı For No One’a çok yakın. Ayrıca bu şarkı güzel bir barok düzenlemeyle bir oda orkestrası tarafından çalınsa, insanlara Bach bestesi olarak gayet de güzel yutturulabilir. Too Much Rain tam bir umut şarkısı. Aslında en umutsuz anların şarkısı. “Bir insanın hayatında bu kadar 'yağmur' olması hiç adil değil.” diyor Paul; ama bunun bir daha olmayacağını umut etmemizi o kadar tatlı bir dille söylüyor ki yiyoruz, yutuyoruz. Certain Softness zaman zaman 1989 tarihli Flowers in the Dirt albümünde yer alan Distractions’ı anımsatan nefis bir melodi, kalp ağrıtan cinsten. Düzenlemeye belki biraz daha özen gösterilebilirmiş diye düşünsem de, bu durum şarkının güzelliğini lekelemiyor. Riding to Vanity Fair ilginç bir şarkı. Paul McCartney’in tarzının bir miktar dışında. Kanımca Nigel Godrich’in en çok esamesinin okunduğu prodüksiyon bu şarkıda olmuş. Bir indie topluluğu bu şarkıyı yapsaydı çok tutulurdu. Umarım Paul’un yaptığı bu iş de tutulur. Follow Me, albümdeki en klasik Macca şarkılarından biri. Paul McCartney’in alışık olduğumuz o ses ve melodi örgüsünü takip ediyor. Defalarca üstüste dinleniyor tatlı tatlı; zaman zaman umut aşılıyor, zaman zaman kalp acıtıp üzüyor. Promise to You Girl ise değişkenliğiyle Paul McCartney’in 70'li yıllardaki progressive tarzını anımsatıyor. Paul tüm albüm boyunca geri vokalleri şahane yapmış, burada daha da şahane yapmış. Bana acayip derecede Klaatu’yu anımsattı bir de bu şarkı; ki Klaatu 1976’da çıktığında, o grubun The Beatles üyelerinden oluştuğu konusunda kuşkular vardı pek çok kimsede. Albümün sondan bir önceki şarkısı This Never Happened Before’da Paul yine yapacağını yapmış, damardan dalmış. Albümün kapanışını yapan Anyway, McCartney’in eski işlerini anımsatan oldukça iyi bir balad. Bu şarkı bittikten sonra bir hidden track dalgasıyla karşılaşıyoruz. Paul bizi gayet güzel melodiler arasında dolaştırdıktan sonra deneysel işlere girişip albümü kapatıyor.

Başta da söylediğim gibi, ilk birkaç dinleyişte belki çok da sarmayan bir albüm bu. Yavaş yavaş içine alıyor sizi ve iyi de yapıyor. Hani, pek çok kimsenin söylediğinin aksine, Paul McCartney’in son 30 yıldaki en iyi işi olmayabilir; ama yine de Flowers in the Dirt, Off the Ground, Flaming Pie, Driving Rain albümleri çizgisinde nefis melodilere imza atmış olan Paul’un bu çizgiyi sürdürdüğü, prodüksiyon olarak da daha iyi bir noktaya götürdüğü bir albüm Chaos and Creation in the Back Yard. Kaliteli bir şarap.

Albüm: Supergrass - Road to Rouen

[Parlophone; 2005]


Supergrass’in 1995 tarihli ilkalbümü I Should Coco’yu duyduğumda şöyle demiştim: “The Beatles 90’lı yıllarda çıkmış olsaydı tam da böyle bir müzik yapardı.” Supergrass’in zaman içerisindeki gelişimini dikkatle takip ettim ve Supergrass beni hiçbir albümünde yanıltmadı. İlk albümdeki çiğlik ve dinamizm her albümle birlikte daha sofistike şeylere dönüştü; şimdiyse karşımızda bir başyapıt var: Road to Rouen.

Road to Rouen müzik basınında çok ses getirmedi, listelerin tepelerine de çıkmadı; ama bazı şeylerin değeri ancak uzun zaman sonra anlaşılıyor. Tıpkı 1966 tarihli The Beach Boys başyapıtı Pet Sounds ve 1968 çıkışlı The Zombies güzelliği Odessey & Oracle gibi. Kanımca Supergrass’in Road to Rouen’i de tıpkı bu albümler gibi pop müzik tarihine adını altın harflerle yazdıracak; fakat bundan yıllar sonra olacak bu.

Albüm akustik gitardan yayılan ilk akorlarla birlikte bir otoyola atıyor bizi, geceyarısı, belki de tam alacakaranlıkta (albüm kapağından mı etkilendim acaba? sanmıyorum…). Nefis melodisi, şahane akor geçişleri ve zekice kotarılmış orkestrasyonuyla minör tonlarda salınan Tales of Endurance (Parts 4, 5 & 6) albümle baş başa geçirecek olduğumuz yarım saatten biraz daha fazla zamanın gayet güzel bir şekilde akacağını müjdeliyor bize. 2005 yılının Temmuz’unda albümden yayımlanan ilk 45’lik olan St. Petersburg piyanonun sürüklediği bir tembellik anıtı. İlk notalarıyla insanı yakalayan ve bir melodiden diğerine atlayan Sad Girl’ün peşinden 6 dakika 17 saniyelik Roxy geliyor. Albüm olgun ve tatlı bir armut gibi; Roxy de bu olgunluğun en çok belirginleştiği şarkılardan biri. Tüm albümde olduğu gibi Roxy’de de enstrümanlar öyle yerinde ve öyle profesyonelce kullanılmış, yaylı ve nefesli düzenlemeleri o kadar şahane kotarılmış ki, hayran kalmamak elde değil. Coffee in the Pot, “109 saniyede salına salına nasıl eğlenilir?” sorusunun cevabı adeta: Hawai soslu ritimlerin üzerinde gezdirilmiş yayvan surf gitarları… Road to Rouen ve Kick in the Teeth, albümdeki diğer şarkılara nazaran daha “elektrikli”. Albümdeki en dinamik ve Supergrass’in daha önceki sadasına en yakın şarkılar bunlar. Kapanışı ise akustik ve “rahat” bir şekilde yapmayı tercih etmiş Supergrass. 10 yıl kadar önce, Alright’la, gençliklerine dair bir güzelleme düzen çocuklar, albümden yayımlanan ikinci 45’lik olan Low C’de artık o kadar da genç olmadıklarını tatlı tatlı itiraf ediyorlar. Son şarkı Fin bizi bir rüyanın içine atıyor: Yolculuk bitti, şimdi uyku vakti.

Supergrass üyeleri içlerindeki enerjiyi hız ya da sertlik olarak dışarı vurmayı bir süredir bırakmışlardı zaten; bu albümle birlikte iyice olgunlaşmışlar. Albümde canlandırılmayı bekleyen öyle bir âtıl enerji var ki, canlandırmasını bilen için büyük hazine. En üstün mahsülden üretilmiş bir şarap gibiler. İnsanın en iyi dostu kadar da samimi.

Zamansız bir albüm bu. Belirli bir zamana ait gibi durmuyor kesinlikle; “her” zamana ait noktalar içeriyor. Prodüksiyon kusursuz: Ne tek bir eksik, ne tek bir fazla; her şey olması gerektiği gibi, yerli yerinde. Albümün prodüksiyonu ve şarkılar hakkında müzik tarihinde yer edinmiş önemli albümlere dair pek çok gönderme de yapılabilir; ancak hiçbirini yapmayacağım. Artık Supergrass’in “kendi kendine” tanımlanma vakti geldi de geçiyor bile.

Bu; Supergrass.

15 Mayıs 2006

Çöpkuşağı Sokak

Geçen gün pek sevgili Kadıköy-Üsküdar otobüsüyle seyahat ederken (yine mi otobüs maceraları behey Tolga?) apartmanlara dikkat ettim (aferin iyi yapmışsın). Çiğdem Apt., Ercan Apt., Yonca Apt., Yıldız Apt., Can Apt. vs...

Apartmanlara "isim" vermenin harika bir şey olduğunu düşündüm. Üstelik apartmanlara "Cumhuriyet Apt." gibi isimler yerine "Didem Apt." gibi insan isimleri vermenin çok daha güzel olduğu kanısına vardım. Apartmanlar, o isimlerle bir kişilik kazanıyor. "No: 158" kadar soğuk bir ifade daha var mıdır yeryüzünde (muhakkak vardır).

İzmir'in cadde ve sokaklarına, Ankara'nın "bazı" cadde ve sokaklarına da üzüldüm sonra. "8. cadde", "1327 sokak"... Kimilerine daha kullanışlı gelebilir bunlar, ki aynı insanlar Mernis falan denen sistemi de savunuyorlar utanmadan. Her neyse, bak yine dağıldı konu.

Diyorum ki, caddelere, sokaklara hele hele apartmanlara güzel isimler verelim. Apartman isimleri hep insan ismi olsun. Cadde ve sokak isimleri de bitki isimleri falan olabilir, mesela "Söğüt Sokak"; veya herhangi bir nesneyi belirtebilir; "Kadife Sokak". Ya da "Bestekâr Sokak" tarzı isimler de olabilir; ne güzel lan.

Diyorum ki, caddelere, sokaklara hele hele apartmanlara güzel isimler verelim. Apartman isimleri hep insan ismi olsun. O apartmanlara o isimlerin kişilik özellikleri sinsin; ama mümkünse "Taylan Apt." olmasın yahu...

30 Nisan 2006

Film: Me and You and Everyone We Know (2005)

Miranda July'ın Me and You and Everyone isimli 'şey'si, "Bir film ne kadar gereksiz olabilir ki?" sorusunu kendime defalarca sormama sebep oldu. Allah'ım, bu saçmasapan kolajları bize film diye izlettiriyorlar ya, helal olsun. tamam, hadi birkaç gülümseten (ve hatta güzel) sahne var, özellikle ufak zenci velet iyi oynuyor vesaire de; bir yere kadar yahu! Bunaldım, sıkıldım; saçmasapan yaşamların saçma ve abartılmış ayrıntılarını daha kaç kere izleyeceğiz, merak ediyorum.


Miranda July ablamız, kendince birkaç 'orijinal' fikir bulmuş ('orijinal' sözcüğünü övgü amacıyla değil, "40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi!" nidasını vermek için kullanıyorum), sonra da herkesin sakız ettiği bir sürü fikrin arasına bu 'orijinal' fikirlerini monte etmiş. Film hiçbir yere varmıyor, hiçbir şey hakkında hiçbir şey söylemiyor, böyle gereksiz fikirlerin bir kolajından ibaret. Ablamız neler yapmış, bir bakalım:

--- SPOILER BAŞLANGICI ---

Önce "orijinal" bir iki şey. Henüz ilkokul çağında bir velet olsun, bu veletin 'ileri geri sıçmak' şeklinde adlandırdığı bir fantezisi olsun: "Önce onun kıç deliğine sıçacağım, sonra da o benimkine sıçacak; sonra bunu 'aynı bok'la sürekli yapmaya devam edeceğiz." Vallahi bravo Miranda July, çok iyi düşünmüşsün, ömr-ü hayatım boyunca düşünsem yemin ediyorum bu kadar salakça bir şey hayal edemezdim, a-ferin. Sembolizm, metafor falan demeyin bana; yemişim öyle metaforu lan, bi siktir. Bununla kalsa yine iyi; sanat galerisi sahibi bir kadın olsun, dijital sanatlarla ilgileniyor olsun, aslında sıkıcı ve formaliteci bir kadın olsun; ve fakat ufaklığın bu fantezisi onu azdırsın (bkz. "Denizin soğuk suları beni azdırdı."). O veletin 'velet' olduğunu bilmeden gidip onunla buluşsun bir parkta. Vay be... Bir de bu sıçış fantazisi için bir sımayliy yaratsınlar, o da şu:

))<>((

Başka orijinallikler de vardı elbet, ama bu kadarı bir fikir vermek için yeterli sanıyorum. Ayrıca bunun dışındakiler ekseriyetle daha naif şeylerdi. Bu orijinal fikirler arasında düşünce olarak sevdiğim birkaç şey de oldu. Mesela 'torbadaki balık' sahnesi. Fakat o sahnedeki diyaloglar bile (filmin tamamında olduğu gibi) o kadar sakil ve boş ki... Cânım fikrin içine edilmiş diyorsunuz.

Orijinal olmayan birkaç 'sakız' fikre gelince: Sorunlu ve boşanmak üzere olan, elini falan yakıp dikkat çekmeye çalışan bir adam (bu adam filmin ilerleyen dakikalarında 'ilişki'lere dair çok 'anlamlı' [hadi oradan] şeyler söyleyecek, felsefe yapacak, mümkünse bir siktirsin); hayatının aşkını 70 yaşında bulmuş bir adam (hayatının aşkını bulduktan kısa bir süre sonra kadıncağız ölecek ne yazık ki); neredeyse her bağımsız amerikan filminin olmazsa olmazı bir 'otuzbirci' (söz konusu otuzbircimiz liseli kızlara bir iki laf söyledikten sonra penceresinin camına 'liselim'lere yönelik notlar asıp duruyor, 'liselim'ler ilk cinsel deneyimlerini yaşamak üzere adamın kapısını çalınca da korkusundan saklanıp kapıyı açamıyor); bütün bunların merkezinde ise tam anlamıyla bir 'loser' duruşu sergileyen karakter (Miranda July ablamız bu karakteri oynuyor) ve birkaç klişe karakter daha.

--- SPOILER SONU ---

Sözün kısası, Miranda July ablamız kafasında dönüp duran fikirleri birkaç karakter arasında paylaştırmış. bu paylaşım da sözümona o kişilerin farklı karakter özelliklerini yansıtmış. sonra da gidip Cannes'dan mandan ödül almış. Hakikaten uzun zamandır bu kadar içi boş bir filme denk gelmemiştim; iyi oldu, titredim ve kendime geldim. Keşke bu film bize 90 dakikalık bir işkence halinde değil de birkaç kısa film olarak sunulsaydı. Böyle olunca hem birkaç fikri aynı karakter içinde anlamsızca bütünleştirmek falan gerekmezdi, hem de biraz daha bir şeye benzerdi bu fikirler.

Yine de zaman kaybı olarak görmeyin ve izleyin; "Kafamda birkaç şey var, bari bunlarla bir film çekeyim," şeklinde düşünmenin nelere yol açabileceğini görmüş olun. Böyle bir şey yapmayı denemezsiniz en azından.

1 Mart 2006

' veya "

Tırnak denen organın ("parça"nın mı demeliydim yoksa? aslında tırnaklar bildiğimiz kemikmiş işte) varlığı ne kadar tuhaf. Üstelik bunu bir de süslenmek amacıyla boyamak falan...

Velhasıl insan tuhaf yaratık, evet.

20 Şubat 2006

Arular Geçiyor Allı Yeşilli

Neredeyse herkesin övdüğü, Pitchfork'un 8.6/10 verdiği M.I.A. albümü Arular, tek kelimeyle bunalttı beni... 2005'in en kötü albümü, evet... En fazla 0.2/10 veririm.

Allah kahretmesin, burayı da su bastı.

2 Şubat 2006

Hayat Durdu

Bir süreliğine.

Nida: "Havlu ver ordan."

29 Ocak 2006

Güneşe Açık Mektup

Güneşin doğmayacağı bir günü bekliyorum. Öyle bir gün olsun ki saat sabahın 7'si olsun, 8'i olsun, 9'u olsun güneş doğmasın; 10 olsun, 11 olsun, 12 olsun yine doğmasın. Hiç doğmasın o gün güneş. Hatta doğacak gibi olsun ama doğmasın, böyle alacakaranlık modunda geçsin o gün. İnsanlar neye uğradığını şaşırsın, peşinde koşturdukları şeylerin aslında ne kadar saçmasalak olduğunu görsün. Ben penceremden keyfine bakacağım o güneşsiz günün. Çok mu şey istiyorum lan? Doğmasana be, doğma!

Alakasız öneri: Terry Gilliam'ın Time Bandits'ini izleyin; süper lan.

Kendime öneri: Oğlum git kuzey ya da güney kutbuna; veya oralara yakın bir yerlere. Güneş müneş doğmuyor, bazen de batmıyor. Gidebildiğince kuzeye git. Git hadi, git; gözüm görmesin seni. Salak.

22 Ocak 2006

Çöpkuşağı Ne Demekti? (Şimdi!)

Belki biraz geç oldu "çöpkuşağı"nın ne menem bir şey (menemen bir şey) olduğunu açıklamak için; ama varsın geç olsun:

Sokaklarımızda, caddelerimizde çöplerden arta kalan sular bir iz bırakır. Pek renkli bir izdir o, gökkuşağının yedi rengini ve hatta daha fazlasını barındırır. Yaklaşık 2,5 yıllık Ankara yaşantımın ikinci yılının hemen başlarında bu "iz"i tekrardan gördüğümde, "ahanda" demiştim; işte "çöpkuşağı".

Budur işte, daha ötesi yok.

19 Ocak 2006

Şişe Bitirmece

Her zaman başıma gelen bir şey var: Ne zaman bir içeceğin (kolaydı, gazozdu, meyve suyuydu vs.) sonu kalmış olsa ve tamamını bardağa boşaltmaya çalışsam, hakikaten de tamamı bardağa boşalıyor. Yalnız ilginç bir şekilde şişenin içindeki sıvı bardak tam taşmak üzereyken tükeniyor; ama bardak asla taşmıyor. Şişenin içinde bir damla daha sıvı olsa o bardak kesin taşacak. Allah'ın hikmeti midir artık nedir, bilemedim. Bardak ağzına kadar dolar, şişenin dibinde kalan içecek de tamamen biter. Amin.

18 Ocak 2006

Bir Kaktüs Öyküsü


Kaktüsleri çok seviyorum, üzerinde sarı ve top şeklinde bir çıkıntısı olan kaktüsleri daha çok seviyorum, bana kaktüs hediye eden insanları daha da çok seviyorum.

Kaktüsümün başına neler gelmedi ki. Aslında ilk etapta bir şey gelmiyordu, gayet güzel ve sağlıklı bir şekilde taşıyordum. İlk bindiğim dolmuşu, Migros semalarını falan gayet güzel atlattı kendisi. Evet, sürekli elimdeydi. İnsanlar tuhaf bakıyor olabilirdi; ama olsundu. İkinci bindiğim dolmuşta bir haller oldu kaktüsüme; kendiliğinden olmadı, olayların uyuzluğundan oldu. Toprağı döküldü, kaktüsüm söküldü (kafiyeli insanımdır). Neyse ki toprak minicik saksının çevresinde sarılı olan o beyaz "şey"in içine döküldü. Eve gelince çiçekçilik oynadım kaktüsümle. Saksıcığını boşaltıp kaktüsümü yerleştirip güzelce doldurdum toprağını. Suladım gereğince. Koydum karşıma.

Kaktüsümü hediye eden o pek sevdiğim insanlar bana şöyle demişti: "Bunun üzerindeki şey sarı renkli ya, o kırmızıya dönüyomuş; bak zaten dipten dipten turuncumsular var."

Biraz önce kaktüsüme baktım ve ne göreyim: O dipteki turuncular daha da yukarıya doğru çıkmış bile. Yakında hepsi turuncu olacak o (şimdilik) "sarı ve top şeklinde olan çıkıntı"nın. Zaten ben de pek çıkıntı bir insanımdır, söylemesi ayıp. Çıkıntıları seviyorum evet (tövbe tövbee). Turuncu olduktan sonra da kırmızı olur. Sarı-yeşil kombinasyonu da gayet güzelmiş; turuncu-yeşil kombinasyonu zaten güzel, kırmızı-yeşil kombinasyonu da güzel. Kırmızı-yeşil kombinasyonuna biz domatesi güzeli diyoruz zaten halka rasında (yanlış yazmadım).

Bana kaktüs hediye eden insanları burdan öpüyorum, Erzincan'da vatani görevini yapmakta olan halama sevgilerimi yolluyorum, güle güle.

Pictures of Lily

Her günkü olağan Bağlarbaşı-Kadıköy seferlerimden bugünkü olağan Bağlarbaşı-Kadıköy seferimi 12 numaralı güzide ve kasacı (zaman zaman güzide ve duran) otobüsümüzle yaparken bir amcaya denk geldim, rast geldim. Bir bahar akşamı değildi hayır, bir bahar akşamı rastlasaydım size, hesap sorardım zaten; "Neden başınızı öne eğdiniz?" diye. Mesele bu değil. Mesele benim meselem, Müslüm abinin meselesi her daim (hercaim ol) benim meselem olmuştur zaten; ama mesele bu da değil (yeminle).

Bir kış öğleden sonrası otobüsünde rastladığım amca en önde oturuyordu; aslında amca değil dedeydi kendisi. Bildiğin dede işte. Bir kış öğleden sonrası otobüsünde rastladığım dede en önde oturuyordu ve otobüsün durduğu her durakta, duraktakilere şöyle bağırıyordu: "Kadıköy Kadıköy, bekleme yapmaz, hemen gider, Kadıköy!"

Daha sonra akşam oldu ve yanmış tereyağı-margarin karışımının (tereyağı yetmedi margarin kondu o yüzden) kokusundan haz aldığımı fark ettim ("Daha sonra akşam oldu" nasıl bir cümledir, ilkokul 1 seviyesinde olduğumu herkese göstermek zorunda mıyım yahu). Evet bildiğin "yanık" tereyağı-margarin karışımıydı bu. Düşündüm sonra; bugün yanmış yağ kokusundan haz alan adamın yarın bindiği belediye otobüsünden dışarıya "Hemen kalkıyor, binen bir pişman, binmeyen bin pişman." diye bağırmayacağı ne malumdu? Aptala ne malumdu hem? Of yaa... Ben kendime söz veriyorum kaç gündür erken uyuycam diye, saati 2-3 ediyorum daha sonra. Biram da bitmiş zaten, hadi iyi geceler.

13 Ocak 2006

Nıhahahahaha

Biraz önce fark ettiğim üzere, bugün ayın 13'ü ve yine bugün günlerden cuma! Eğlenceli işte. On üçüncü cumada ne olduğunu bilmiyorum ama yine de susuyorum. Bu nasıl susmaksa artık. Ver ordan danayı, hah, kurban olduğumun fontu.

Bir de "on üçüncü cuma" ne kadar manasız bir sözdür, olmaz olsun böyle çeviri. Ama ne yapalım, kullanıyoruz işte.

Not: Hayır o filmi izlemedim.

Çevir Bakayım

İyi, güzel, hoş da; bu kadar da üstüste getirilmez ki! Joanna Newsom dedim iki gün önce, müziğini dinlemedim adeta içtim dedim (retoriğe bak be, yürü be oğlum). Pek güzel, pek hoş, hastası olduk, şuydu buydu. Şimdi bana Joanna Newsom'ı tanıtan insan (ki kendisine ortamlarda "nikliyim" diyoruz) rastgele bir başka grup buldu, grup ki ne grup. The Pages: http://www.unsoundrecords.com/bands/thepages/index.php.


2005 yazında Unsound Records diye bir şirketten ilk EP'leri yayımlanmış. Bakınmayın öyle Emule'du, Soulseek'ti P2P ortamlarına. Oralarda yoklar. Unsound Records'un sitesinden (ki kendisi şurada ikâmet etmekte: http://www.unsoundrecords.com/) EP'de yer alan 3 şarkının mp3'üne ulaşmak mümkün. Gerisi de bize kalıyor. Creatures of the Earth isimli debut EP'leri 8 dolardan satılıyor söz konusu plak şirketinin sayfasında. Mümkünse alın, aldırın. Kimbilir ne kadar az basılmıştır bu albüm, kimbilir ne kadar az kişi bu cevherin farkındadır. Dinlerken insanı kendinden geçiriyor şarkılar. Hele hele Creatures of the Earth. Lan oğlum o ne melodi, o nasıl bir sada. Nasıl yaptınız abi öyle şarkıları? Hem çok eski hem çok yeni tınlıyorlar. Benim böyle "hızlı ama melankolik" dediğim şarkılar var, Creatures of the Earth de o şarkılardan biri.

Bu abiler bana The Coral'ı da anımsattı, evet. The Coral'ın hammond'sız versiyonu gibi belki. Yine de çok özgünler. Coral'ın o psychedelic damarı bunlarda da var; ama bunlar daha farklı bir noktadan yakalamışlar o psychedelia'yı. Şöyle karşılaştırayım: The Coral'ın psychedelia'sı zaman zaman Strawberry Alarm Clock zaman zaman The Beatles psychedelia'sına denk geliyorsa eğer, The Pages'ın psychedelia'sı The Action'ınkine denk geliyor sanki. Hani derinden bir modluk durumu da var gibi. The Kinks havaları da var abilerde. Öyle böyle değil, dinlemeden anlaşılmaz. İndirin söz konusu sayfadan o 3 şarkıyı, işiniz ne. Sonra da beğenin ve edinin albümü. Vallahi komisyon falan almıyorum. Ben de çatır çatır ödeyecem 8 doları, öyle alacam.

2005'in en iyi albümleri diye sıralama yapacak olsaydım eğer (dinlediğim 3 şarkıyı dikkate alarak konuşuyorum) en üstlere bir yere bu adamların debut EP'sini (ki 8 şarkılık bir EP bu, LP'den bile sayabiliriz) koyardım. Büyük konuşuyorum, evet.

Ulan burası da üçüncü sınıf dergilerin üçüncü sınıf albüm eleştirisi sayfalarına döndü...

Uyku uyku, gel buraya; hadi canım.

9 Ocak 2006

Şeftali, Erik, Armut

Bu kadar sıcak, renkli ve içten bir "yeni" müzik duymayalı uzun zaman olmuştu. Evet, ihtiyacım vardı buna. Joanna Newsom dinlemem harika oldu, içim ısındı. Bu dinlediğim müzik değil vanilyalı sütlü çay. Ya da şu anda içtiğim şey vanilyalı sütlü çay değil Joanna Newsom'un sesi. Tuhaf bir ses bu. 23 yaşında bir çocuk sesi. Kimisine sinir bozucu bile gelebilir; ama bana çok tatlı ve huzur verici geliyor. Eğer kasarsa insan, şuna benziyor buna benziyor diyebilir. Kasmasın o insan, o benzettiklerinin hiçbirine benzemiyor çünkü. Arpın sürüklediği nefis şarkılar bunlar; sıcacık. Uyunmayan bir gecenin sabahında benim için çifte vanilyalı sütlü çay işte, daha ne. Mis.

Dışarda bazen kar bazen yağmur var çocuk; aç perdeleri.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...