20 Ekim 2017

Şarkı: The Guess Who - Sour Suite (1971)

Bugün güzel bir şarkı keşfettim, sonra da "Madem keşfettim neden bloguma koymamayım ki?" dedim. "Sour Suite" isimli bu şarkı ilk olarak 1971 tarihli The Guess Who albümü So Long, Bannaytne'de yerini bulmuş, ardından 45lik olarak da yayımlanmış. Şarkının benim için ilginç yanı, Tindersticks'ın albüm çıkarmasını bırakın daha kurulmasına bile 30 yıl kadar süre varken, The Guess Who'nun bir Tindersticks şarkısı yapıp kaydetmiş olması. Şarkının öğeleri üzerinde tek tek düşününce 1971 için pek yenilikçi tınladığı söylenemez, ancak şarkının genel atmosferi oldukça "taze" ve bu da eskimesine olanak tanımamış pek. Hâlâ oldukça güncel tınlıyor. Ayrıca Tindersticks benzerliği yalnızca sound ile sınırlı da değil, vokalistin sesinin tınısına ve onu kullanışına dikkat!

The Guess Who'yu çoğunuz "American Woman" ile tanımışsınızdır, tanıyorsunuzdur, aslında hiç fena şarkı da değildir; ama ben asıl "Undun"ı sever, "Undun"a hasta olurum. 1969 yılında kaydedilmiş olan şarkı, The Zombies'in 1964 ve '67 kayıtlarından ("She's Not There" ve "Time of the Season"), The Byrds'ün 1966 kayıtlarından (özellikle "Everybody's Been Burned") ve Love'ın yine 1966 ve '67 yıllarında yapmış olduğu kayıtlardan (özellikle "She Comes in Colors") öğeler içerir, fikirler ödünç alır; biraz pastişimsi bir havası vardır, ama her şeye rağmen çok güzeldir (benim favori The Guess Who şarkımdır). Neyse, asıl konumuz "Undun" değil "Sour Suite" idi. Öyleyse dinleyelim, buyrun:

25 Eylül 2017

Albüm: Electric Light Orchestra - Out of the Blue (1977)

Bazı gruplar vardır ki, daha dinlemeden onları sevmediğinize karar verirsiniz.

Bir dakika, bir dakika. Suçu başkalarının üzerine atarmış gibi neden ikinci çoğul şahıs kullanıyorum ki? Belki de bu tamamen benim sorunum. Baştan alayım o zaman.


Pek güzel ve çeşit çeşit önyargı sahibi bir insan olduğum için bazı grupları, henüz onları dinlemeden sevmediğime karar veriyorum. Burada anlatmanın uzun süreceği (ve biraz da gereksiz olacağı) sebeplerden ötürü Jeff Lynne'den pek hoşlanmam. Kendisi Electric Light Orchestra'nın (ELO) beyni olduğu için, hâliyle ELO'ya da burun bükmüş, grubu dinlemeyi reddetmiştim.

Bugün bir tesadüf sonucu 1977 tarihli ELO albümü Out of the Blue'yu dinlerken buldum kendimi. İyi ki de bulmuşum, epey ilginç bir albümmüş, sevdim. Ama bir yandan da epey 'tehlikeli' sularda yüzmüş ELO. Müziğe böyle bir yaklaşım getirdiğinizde ya batar ya da çıkarsınız, ya çok sevilir ya da nefret edilirsiniz. Vasat sularda yüzmek, ortalama olmak pek mümkün olmaz. Çünkü Out of the Blue, 1977 için çok ilginç ve farklı bir albüm olmasına rağmen, içindeki şarkılar yine aynı yıl için çok standart ve harcıalem şarkılar. Peki nasıl oluyor da oluyor? Parçaları çok standart olan bir şey bütün olarak nasıl ilginç ve farklı olabiliyor?


Şöyle ki, Out of the Blue fazlasıyla eklektik bir albüm ve 1977 yılında bu kadar eklektik olmak pek rastlanan bir şey değil. Albümün içinde her şey, ama her şey var. Bir Queen şarkısı bitip, bir Beach Boys şarkısı başlıyor; bir George Harrison şarkısının ardından Paul Simon'ın o yıllarda henüz yapmış bile olmadığı bir şarkıya geçiliyor. Araya bir Bee Gees şarkısı giriyor. Sonra bir bakıyorsunuz, Pink Floyd'un ancak birkaç sene sonra yapacağı tarzda bir şarkıyı dinlerken bulmuşsunuz kendinizi. Ama bütün bu şarkıların bestecisi ve söz yazarı Jeff Lynne. Albümün içerisinde senfonik rock da var, disko da; blues da var, pop da; soul da var, progressive de; funk da var, country de. O dönemde yapılabilecek her türlü şarkı, o dönemde yapılamayacak bir şekilde aynı albümde bir araya getirilmiş. İşte bu yüzden aynı anda hem çok farklı hem de çok sıradan olmayı başarıyor bu albüm. Ancak Jeff Lynne'in bir de prodüksiyon tekniği var. Biraz Phil Spector'ınkini andıran, ancak onunkinden bile daha büyük, devasa bir sound. Söz konusu prodüksiyon tekniği uygulandığında, bütün bu farklı öğeler bir anda bir bütünün parçaları hâline geliveriyorlar.

Bir de çok fazla sayıda başka şarkılara gönderme ve/veya başka şarkılarla benzerlik var. Zaman zaman sinir bozucu bile olabiliyor. Albümde The Beach Boys'un Heroes and Villains'ı da duyulabiliyor, Boston'ın More Than a Feeling'i de. Aslında bu belki de albümü dinlerken yaşanan heyecanı biraz da olsa artıran bir etken. Birkaç benzerlik duyduktan sonra, her an tetikte olmaya başlıyor insan.

Çok uzattım, iyisi mi buyrun siz de dinleyin:

27 Haziran 2017

1997’den 2017’ye: Yeni müzik ne kadar yeni?

Hiçbir zaman bir Radiohead "delisi" olmadım; ama her zaman OK Computer'ın 90ların, Kid A'in ise 2000lerin en iyi albümlerinden olduğunu düşündüm.

OK Computer'ın yayımlanmasının üzerinden 20 yıl geçmesi münasebetiyle, kimisi albüm için kimisi başka projeler için kaydedilmiş ve bu güne kadar gün yüzüne çıkmamış kayıtlar yayımlandı. Şarkıları henüz ancak birkaç kez dinleyebildim. Şarkıların kendileriyle ilgili izlenimlerim olumlu, belki OK Computer'daki pek çok şarkıdan daha zayıflar, ama OK Computer ile karşılaştırılmadıklarında, tek başlarına oldukça "güçlü" oldukları söylenebilir. Şarkıların bana asıl düşündürdüğü ise, kendilerinden ziyade popüler müziğin genel durumu oldu.

Şu şarkıyı bir dinleyin lütfen:


1998 yılında kaydedilmiş bir şarkı bu. Birisi gelip size bu şarkının aslında bu yıl kaydedildiğini söylese, bundan çok da şüphe etmezsiniz herhalde, değil mi? Kimileri, Radiohead’in yaptığı müziğin “eskimediğini”, o yüzden şarkıların hâlâ çok “güncel” tınladığını söyleyebilir. Radiohead, dönemdaşlarının önemli bir kısmına göre “yenilikçi” sayılabilecek bir grup elbette, fakat bugün bu şarkının “güncel” tınısını bu yenilikçiliğe bağlamak pek mantıklı görünmüyor bana. Söz konusu durum özellikle 90ların sonundan bu yana yapılan pek çok rock şarkısı için geçerli. Özellikle bu örneği vermemin sebebi ise, şarkıyı zamanında dinleme şansına erişemeyip, ancak kaydedildikten 20 yıl sonra dinleyebiliyor oluşumuz. Böylelikle, şarkıyla ilgili “eski” anılarımız olmayacak, onu “eski” herhangi bir şeyle bağlantılandıramayacağız ve daha objektif bir şekilde değerlendirebileceğiz.

Şarkının “güncel” tınlamasının sebebi, popüler müzikte -özellikle de rock’ta- son 20 yıldır gerçekten “yeni” denebilecek işlerin pek çıkmıyor oluşu. 1957-1977 arasında da 20 yıl var; ama o arada “icat edilmiş” müzik türlerini say deseniz, ben bir çırpıda, hepsi de birbirinden popüler olan, en az 30-40 farklı janr sayarım. Aynı şey 67-87 ve 77-97 yılları için de geçerli. Peki 1997-2017? Son 20 yıl içerisinde “yeni” olarak sunulan her şey ya “bilmemne revival” ya da “neo-bilmemne” olarak adlandırıldı, çünkü kendi başlarına yeni bir şeyler sunmuyor, ancak daha önce var olmuş türleri kendilerine dayanak noktası alarak sözümona “yeni” bir şeyler üretiyorlardı.

Elbette müzik her zaman geçmişe referansla yapılır, ancak dönem dönem bu referansın yanına mutlaka geçmişteki müziği dönüştürecek bir şeyler de eklenir ve böylece ortaya gerçekten yeni denebilecek bir şeyler çıkar, bir sentez oluşur. Son 20 yıldır ise sentez yerine pastişler dinliyoruz. Yine geçmişe referanslar var, ama “geçmişe referanslar + yeni fikirler” yerine “geçmişe referanslar + geçmişe başka referanslar” formülü işliyor. Böylece ortaya sentezler yerine pastişler çıkıyor. Zaman zaman bunun sebebini anlıyor gibi hissetsem de, henüz tam olarak çözebilmiş değilim. 50lerden 90lara kadar çok fazla şeyin denenip aşırı bir çeşitliliğe ulaşılmış olması belki bir sebep, yine aynı dönem içerisinde teknolojinin yüksek gelişme hızı ile bu teknolojinin müziğin emrinde kullanımı da bir sebep. Evet, son 20 yılda da teknoloji gelişti, ama 57-77, 67-87 veya 77-97 arasındaki teknoloji farkı, 97-2017 arasındaki teknoloji farkından çok daha ötede, hâliyle teknolojik gelişim hızındaki bu yavaşlama, teknolojinin müzik üzerindeki yenilikçi etkisini de azaltıyor. Fakat bu iki etken, ne ayrı ayrı ne de birlikte, popüler müziğin son 20 yıldaki durumunu açıklamakta bana yeterli gelmiyor. Bunların ötesinde, benim düşünemediğim sebepler de var mutlaka. Asıl merak ettiğim ise, bütün bunların arasında doğrudan insanoğlunun yaratıcılığına ve bu yaratıcılığın sınırlarına ilişkin sebeplerin de bulunup bulunmadığı.

20 Şubat 2017

Paul McCartney’in melodik bas yürüyüşleri

Paul McCartney’in en çok övülen özelliklerinden biri de melodik bas yürüyüşleridir. Macca, bas gitarı kullanışıyla pek çok müzisyene ilham olmuş, Motown efsanesi James Jamerson ile birlikte popüler müzikte bas gitarı sıradan bir eşlikçi olmaktan çıkarmıştır. Paul McCartney’in bir ‘melodi canavarı’ olduğu zaten hepimizin mâlumu; ancak kendisinin bas yürüyüşlerini eşsiz kılan şey, onun melodi üretmedeki ustalığından ziyade armoniye olan hakimiyeti.

Bas gitar gibi bir enstrümanı melodik çalmaya çalışmak epey riskli bir iştir; çünkü ana melodiye fazlasıyla angaje olup şarkıyı aşırı yavan ve hatta rahatsız edici bir hâle getirme olasılığınız söz konusudur. Macca ise bu hataya neredeyse hiç düşmez, bası melodik çalarken mutlaka kontrastlar yaratır, vurgulamasını beklediğiniz notaların yerine başkalarını vurgulayarak “size küçük sürprizler yapar”, senkoplarıyla aklınızı başınızdan alır, zaman zaman kontrpuantik yürüyüşleriyle sizi derin derin düşündürür: “La daha nota okumayı bile bilmeyen bu adam ne zaman böyle bir armoni bilgisine sahip oldu?”

Bu kısa nota “Paul McCartney’in en çok övülen özelliklerinden biri” diyerek girmişim, ancak belirtmeliyim ki kendisinin bas gitara olan hakimiyeti çokça göz ardı edilen bir şey. Tabii bir insan müzikle ilgili onlarca konuda en tepelerde yer aldığında, hele hele besteciliğiyle ışıldadığında, diğer bazı konulara sıra hemen gelmeyebiliyor. Ayrıca şunu da unutmayalım ki, Paul McCartney orijinalinde bir bas gitarist bile değildi. Ne zaman ki Stuart Sutcliffe Beatles’ı terk etti, o zaman mecburen bas gitarı aldı eline. Ancak eline aldığı, özellikle tuşlu ve telli (ve hatta vurmalı), her çalgıyı üst seviyede icra etme yeteneği sayesinde bu bas yürüyüşlerini dinleme olanağını sundu bize. Zeus ondan razı olsun.

Son sözü, Beatles dağıldıktan sonra Paul McCartney hakkında pek de güzel şeyler söylememiş olan John Lennon’a bırakayım, ardından da Paul’un bas yürüyüşlerine dair birkaç örnek yapıştırayım buraya.
“Paul is one of the most innovative bass players that ever played bass, and half the stuff that’s going on now is directly ripped off from his Beatles period.” —John Lennon (Playboy, 1980)


Lovely Rita

Getting Better
Özellikle nakarat kısımlarına dikkat. Bas, ilk nakaratta sanki yanlış akorları vurguluyormuş gibi tınlıyor. Sonraki nakaratlarda ise kontrpuantik bas yürüyüşleri sayesinde arkada çalan akorları algılayış biçimimiz farklılaşıyor. Bu öyle bir melodi ki, daha yüksek bir perdeden keman veya korno gibi bir enstrümanla çalınsa hiç sıradışı gelmez — ancak bir pop şarkısının bas yürüyüşü olarak epey sıradışı!

Another Day

Silly Love Songs

A Day in the Life

Something

Penny Lane

Örnekler bitmez, bir yerde durmak şart. Gidin kendiniz bulup dinleyin arkadaşım.

19 Şubat 2017

Şarkı: Francesco Gabbani - Occidentali's Karma (2017)

Batılılar's Karma


Bu yılla birlikte beş sene olacak, Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye yok. Türkiye yer almayınca hâliyle ülkedeki ilgi de azalıyor; ama ben yine de ilgilenmeye devam ediyorum. Adını isterseniz hastalık koyun, yapacak bir şey yok. Ayrıca, bu senenin kazananı da şimdiden belli oldu aslında (kazanamazsa gelin beni... neyse). Benim görevim de, yarışmanın kazananını —üstelik iki ay öncesinden— sizlere tanıtmak.


Geçtiğimiz Cumartesi, Sanremo Şarkı Yarışması’nın finali vardı. Hayatımda ilk defa bir şarkı yarışmasında desteklediğim şarkı kazandı. Tabii bu da beni düşüncelere sürükledi, ya bende yolunda gitmeyen bir şeyler olmalı ya da bu şarkıya oy verip onu birinci yapanlarda; çünkü genelde toplumun çoğunluğuyla bu konularda pek anlaşamıyorum, mâlum. Neyse, bu seferliğine anlaşmış olduk sanırım. Ancak bu anlaşma, zevklerin çakışmasına değil de daha başka sebeplere dayanıyor galiba.

Öncelikle şarkının videosunu şuraya koyayım:


Yüzeysel bir dinleyişle şarkı aşırı ‘trash’ geliyor kulağa önce; tam da bu yüzden ‘kitleleri’ kolayca yakalıyor. Sözlerinin ne anlama geldiğinden biraz bahsedeceğim ama sözleri tamamen farklı olsaydı bile muhtemelen kazanırdı Sanremo’yu (İtalyanca bilmeyen Eurovision fanlarının bile şimdiden şarkının üzerine atlamış olması da bunu gösteriyor zaten  — videonun altındaki yorumlara dikkat), ama o durumda benim gönlümü kazanabilir miydi? Orası şüpheli.

Bir insan tipi vardır, gündelik hayatını ‘medeni bir Batılı’ gibi yaşar, sekülerdir, muhtemelen agnostiktir; ancak spiritüalizme de ilgisi vardır ve bu ilgisini, kendini Uzak Doğu dinlerinin pratiklerine vererek gösterir. Söz konusu dinlerin felsefelerini pek kavrayabilmiş değildir; sadece birkaç ritüeli uygulamaya çalışır, bunun yanında kulaktan dolma üç beş kavram öğrenip onları satar çevresine. Hâliyle bu ilgi, yüzeysel olmaktan öteye geçemez. Bu insan tipinden pek (aslına bakarsanız hiç) hoşlanmadığımı beni tanıyanlar bilir (beni tanıyanların bildiği başka bir şey, hoşlanmadığım insan tiplerinin listesini yapsam o listenin Everest’in tepesine kadar ulaşacağıdır). İşte şarkı temelde bu insan tipini ve bunun yanında İnternet çağının pseudo-entelektüellerini tiye alıyor. Bir yandan şarkının kendisi de (belki mecburen) ‘süpermarket felsefesi’ yapıyor, ama bunu yaparken ‘süpermarket felsefesi’ yapanlarla da epey güzel dalgasını geçiyor. Bu nedenle şarkıda beni asıl çeken şey, en azından başlangıçta, sözleri oldu. Genel dinleyiciyi ilk dinleyişte avucunun içine alan da sanıyorum melodi, düzenleme ve koreografi oldu. Canlı performans(lar)ın ikinci yarısında sahneye çıkan goril ve Gabbani ile gorilin beraber yaptıkları dans olmasaydı şarkı bu kadar ilgi çeker miydi, ondan da emin değilim.


Şarkı ilk dinleyişte (yahut yüzeysel bir dinleyişle) ‘trash’ tınlıyor, demiştim. Bana sorarsanız birkaç dinleme sonrasında şarkının melodisi ve düzenlemesinde de pek çok şeyi takdir etmeye başlıyorsunuz, en azından ben başladım. Takdir ettim. Takdirimi verdim. En çok takdir ettiğim şey ise, belki ilginç gelecek ama, şarkıyı bilinçli olarak trashleştirme çabasıydı. Çünkü onun altında da ayrı bir hiciv yattığını düşüyorum. Yatan hicivleri severim. Yatan hicivler her şeyimizdir, onları korumalıyız.

Kalabalık haykırır bir mantra
Evrim olur sana mavra
Çıplak maymun başlar dansa
Batılılar’s Karma

22 Ocak 2017

Polemikçi geldi hağnım

Asıl bestecisi John Lennon olan bir The Beatles şarkısı muhteşem ise, o şarkıyı farklılaştırıp 'muhteşem' hâle getiren unsurlar muhtemelen Paul McCartney'in elinden ya da zihninden çıkmıştır.


Daha sayayım mı?

Benzer bir şey George'un şarkıları için de geçerli aslında.


Aslında Paul'un bazı besteleri için de John'un böyle bir etkisinden bahsedebiliriz. Örneğin “Getting Better”da John'un sarkastik "It can't get no worse!" dizesiyle yaptığı geri vokal katkısı. Gerçekten işe yarayıp şarkıya farklı bir şey katıyor: https://www.youtube.com/watch?v=w5F8wG4tUgA. Yahut "Ob-La-Di, Ob-La-Da"nın piyano introsu (https://www.youtube.com/watch?v=vYEY5Jmz3pU) veya "We Can Work It Out"un middle eight'i (https://www.youtube.com/watch?v=Qyclqo_AV2M).

Bunların dışında Paul'un şarkıları zaten yeteri kadar büyülü. 😉
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...