17 Eylül 2014

To everything there is a season

To every thing there is a season, and a time to every purpose under the heavens:
a time to be born and a time to die,
a time to plant and a time to uproot,
a time to kill and a time to heal,
a time to tear down and a time to build,
a time to weep and a time to laugh,
a time to mourn and a time to dance,
a time to scatter stones and a time to gather them,
a time to embrace and a time to refrain from embracing,
a time to search and a time to give up,
a time to keep and a time to throw away,
a time to tear and a time to mend,
a time to be silent and a time to speak,
a time to love and a time to hate,
a time for war and a time for peace.

(Ecclesiastes 3:1-8)

***

Her şeyin bir mevsimi ve göklerin altındaki her olayın bir zamanı vardır:
doğmanın zamanı var ve ölmenin zamanı,
ekmenin zamanı var ve toplamanın zamanı,
öldürmenin zamanı var ve şifa vermenin zamanı,
yıkmanın zamanı var ve yapmanın zamanı,
ağlamanın zamanı var ve gülmenin zamanı,
matemin zamanı var ve dans etmenin zamanı,
taşları dağıtmanın zamanı var ve onları bir araya getirmenin zamanı,
kucaklamanın zamanı var ve sırt dönmenin zamanı,
aramanın zamanı var ve vazgeçmenin zamanı,
saklamanın zamanı var ve atmanın zamanı,
yırtmanın zamanı var ve onarmanın zamanı,
susmanın zamanı var ve konuşmanın zamanı,
sevmenin zamanı var ve nefret etmenin zamanı,
savaşın zamanı var ve barışın zamanı.

(Derlemeci 3:1-8)


Pete Seeger - Turn, Turn, Turn

The Byrds - Turn! Turn! Turn! (To Everything There Is A Season)

1 Haziran 2014

Pop müzik deyip geçme

Popüler müziğin önemli işlevlerinden biri de tarihe not düşmektir. Bugün 1970 yılında yaşanmış Kent State katliamından haberim varsa eğer, bu Crosby, Stills, Nash & Young'ın "Ohio"su sayesindedir. 60ların sonundan itibaren Kara Panterler'e destek veren Beyaz Panterler'in lideri John Sinclair'i biraz tanıyorsam, John Lennon'ın "John Sinclair"idir bunun sebebi. Bangladeşlilerin 1970lerde çektiği sıkıntılar hakkında az buçuk fikrim varsa, müsebbibi George Harrison'dır. 1930larda ABD'nin yaşadığı ekolojik felaketlerden haberdar oluşum, Woody Guthrie'nin Dust Bowl Ballads albümüyle olmuştur. Belçika'da 1956 yılında yaşanan maden faciası hakkında bir fikre sahipsem, bu New Trolls'un "Una miniera"sı sayesindedir.

Peki bizim yaşadığımız acılar, felaketler popüler kültürümüze neden bu kadar az yansıyor? Acı verici boyutta bir kültürel kuraklık var bu ülkede. Yaşadıklarımızı geniş kitlelere nesliler boyunca aktarabilmek gibi bir derdimiz neredeyse hiç olmamış. Günü yaşamak ve günü kurtarmaktan başka bir meselemiz yok.

Cennet vatan Türkiye.

10 Şubat 2014

Gezi Parkı'nın Tanığı

Türkiye'de yaşayan İtalyan yazar Luca Tincalla, Gezi Parkı direnişinin birebir şahidi ve katılımcısı olarak geçtiğimiz aylarda bir kitap yayımladı. Kitap, en azından şimdilik, Türkçeye çevrilmiş değil; fakat İtalyanca bilenler bu linkten indirip okuyabilir.

Tincalla yalnızca bu kitapla yetinmiyor, İtalyan medyasına (ve sosyal medyasına) Türkiye hakkında sürekli içerik sağlıyor. İnternet sansür yasasına karşı 8 Şubat'ta gerçekleştirilen gösterilere de katıldı ve bir yazı yazdı. O yazının Türkçe çevirisini aşağıya ekledim. Bu arada ufak bir açıklama da yapayım hemen: Yazının başında, Gezi Parkı'na dair yazdığı kitaba İtalya'da gösterilen ilginin yetersizliğinden yakınıyor aslında biraz da; çünkü bu ilgisizlik nedeniyle kitabını kendi imkânlarıyla bastırmak durumunda kaldı ve İnternet üzerinden de e-kitap olarak dağıtıyor. Tek istediği ise Türkiye'nin ve "Gezi ruhu"nun sesinin başka diyarlarda da duyulması.


#İstanbul #Taksim: İnternet Sansürü Protestosu


Yazan: Luca Tincalla
İtalyancadan Çeviren: Tolga Darcan

Fotoğraf: Luca Tincalla

8 Şubat akşamı, İnternet sansürüne karşı gösterilere katılmak üzere Taksim’e gittim. Çünkü imza kampanyalarına katılmak ve öfkelenmek, ne yazık ki yeterli olmuyor. Bir şeyler yapmak gerek, olabildiğince. Spor olsun diye şikayet edenler hiçbir şeyi değiştiremiyor, tıklama-aktivizminin ötesine geçemiyorlar. Elbette ki olan bitene gözlerini, burunlarını, kulaklarını ve başka yerlerini tıkayanlardan daha iyiler. Örneğin, “benim nasıl düşündüğümü sen bilmiyorsun” diyenlerden. Madem öyle söyleyin bana. Siz benim nasıl düşündüğümü biliyorsunuz. Ben açık bir kitabım. “Testimone a Gezi Park” (“Gezi Parkı’nın Tanığı”) isimli bir kitap. Luca Tincalla adında bir adam. Kolay, değil mi? Yüzümü ve sözlerimi ortaya koydum, en azından. En azından diyorum, çünkü bu ülkeyi, Türkiye’yi SEVİYORUM. Sanattan, şehirlerden, anıtlardan, kültürel mirastan ve diğer şeylerden bahsetmek yerine direnişten bahsetmek zorunda kalmak beni gerçekten üzüyor. Ancak şu durumda başka türlüsünü de yapamıyorum. Bu mevzuu, kendi seçimlerimi yaptığımı ve – ama değil, ve – sizin seçimlerinize de saygı duyduğumu söyleyerek kapatıyorum; çünkü dünyanın hepimize ihtiyacı var, can yoldaşlarına ve öyle olmayanlara. Fakat yol ortasındaki bir köpek gibi terk edilmiş olmak beni üzüyor. Nokta.

Neden gösterilere katıldım?

Bu yasak da neyin nesi?

Yürürlüğe girdi mi?

Farklı yollarla baypas edilemez mi?

Yanıtlayayım. Tersten başlayarak.

Farklı yollarla devre dışı bırakılıp bırakılamayacağını bilmiyorum; ama sanırım bu mümkün. Nereleri ve nasıl vuracağını görmek gerek önce. İnternet üzerinde vpn yahut benzeri yöntemlerin kullanılıp kullanılamayacağını görmek gerek.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yasayı meclise geri göndermek için 15 günü olduğundan, yasa henüz yürürlüğe girmiş değil. Gül tarafından veto edilebilir. Belki hayalciliğimden kaynaklanan bir hipotez; ama yaşam devam ettikçe umut da hep vardır demişti biri, her ne kadar sonu pek iyi olmadıysa da.

Bu yasakçı düzenlemeyle, hükûmet organı olan TİB, herhangi bir site veya sayfayı 24 saatten az bir sürede tek bir tıkla erişime engelleme hakkına sahip olacak. Bunun yanında her bir kullanıcıya ait tüm erişim verilerini de gönlünce edinebilecek.

Fotoğraf: Luca Tincalla

Son olarak, gösterilere katıldım, çünkü yürürlüğe girdiği takdirde bu yasanın ifade özgürlüğümü ihlâl edeceğini hissediyorum. Yalnız değildim. Benimle birlikte en azından 5000 kişi, belki de daha fazlası vardı. İstiklal Caddesi boyunca Tünel’den Taksim’e doğru yürürken, daha akşam 18’de TOMA’ların ortalıkta dolaştığını gördüm. 18.40’da Burger King’e ulaştım ve terasa çıktım. Gösterilerin öngörülen başlama saati olan 19’a doğru, ezanlar okunurken, meydandaki insanlar polis tarafından dağıtıldı. İstiklal’e ulaşabilir miyim diye bakmak için aşağı indim, ama başaramadım, bir polis kordonu girişleri kapatmıştı. Yeniden terasa döndüm. Göz yaşartıcı gazların etkisiyle kaçışan göstericileri gördüm. Biri, polisin kısa süre sonra yukarı çıkabileceği konusunda bizi uyardı. Biber gazlarının havada uçuştuğu meydana indim. Korunmak için taktığım fularla bile doğru dürüst nefes alamıyordum; ama suratını hiçbir şeyle korumamış bir kız vardı, omzuna girdim ve o metroya binene kadar aynı eşarbın altında birlikte soluduk. Sonra geri döndüm, devam etmek istiyordum. Alman Hastanesi’nin oraya gittim, çünkü Twitter’dan orada çatışmalar olduğunu okumuştum. Gerçekten de vardı. Yalnızca bu da değil. Plastik bir kurşun birkaç metre yakınımdan geçti: yere paralel bir şekilde ateşlenmişti, eminim. Sonrasında havai fişekler, göz yaşartıcı gazlar, ateşler içindeki barikatlar... Burada noktalıyorum.

Burada noktalıyorum ama daha bitmedi, en azından benim için; bundan emin olabilirsiniz.

Fotoğraf: Ahmet Şık

1 Ocak 2014

Bir Zombies değil, ama olabilirdi...

Çok uzun zamandır bildiğim şarkılarla ilgili, o zamana kadar düşünmediğim bir şeyler fark ediyorum bazen, bir anda. Mesela biraz önce Peter and Gordon'ın 1964 tarihli "A World Without Love"ına denk geldim ve daha önce fark etmediğim bir şeyi fark ettim: bu şarkıda adamların hem yarattıkları atmosfer, hem enstrümanlarının tonları, hem şarkı sözlerinin verdiği his birebir The Zombies'in ilk dönemine benziyor. Üstelik bu şarkı, The Zombies henüz herhangi bir 45lik veya albüm yayımlamamışken çıkmış piyasaya. Yani bir öykünme söz konusu değil.


"A World Without Love"ın peşinden, yine aynı yıl içerisinde yayımlanan "Nobody I Know" ve "I Don't Want to See You Again"de de bu havayı sürdürmeyi başarmışlar. Fakat ne yazık ki bu orijinal şarkıların ardından önce cover'lara ağırlık vermeye başlıyorlar ve ardından kaydettikleri orijinaller de bu ilk üç şarkının seviyesine ne atmosfer ne müzikalite anlamında yaklaşabiliyor. Bunun sebebinin, yukarıda bahsettiğim üç şarkının üçünün de Paul McCartney bestesi olmasıyla ilgisi var mıdır? Eh... Mutlaka vardır. Fakat onunla sınırlı olduğunu da sanmıyorum; çünkü bestelerin kalitesinin ötesinde bir şeyler eklemeyi başarmışlar kayıt esnasında şarkılara. Misal 1966 yılında "Woman" isimli başka bir Paul McCartney bestesi de söylüyorlar. Şarkının kalitesi tartışılmaz; ancak düzenleme fazlasıyla sıradan, herhangi bir "üstünlük" belirtisi göstermiyor.


Velhasıl Peter and Gordon, The Zombies'den önce The Zombies atmosferiyle müzik yapmayı başarmış (bu benim için çok önemli bir şey, çünkü The Zombies 60lar Britanyasında popüler müziğe yepyeni bir sada kazandırmıştır), buna rağmen 1965 yılından itibaren "özelliklerini" kaybetmeye başlayıp yalnızca 60lı yıllar müziğiyle ciddi şekilde ilgilenen kişilerin haberdar olduğu sıradan bir gruba dönüşmüş. Yazık olmuş.

Bu arada nasıl olmuş da Paul McCartney sırf bu adamlara özel o kadar şarkı yazıp bestelemiş diye düşünüyorsanız, konunun bir nevi "akrabalık" ilişkilerinde düğümlendiğini söyleyebilirim. Peter and Gordon'ın Peter Asher'ı, o dönem (ve ardından uzunca bir süre daha) Paul McCartney'in kız arkadaşı (ve sonra nişanlısı) olan Jane Asher'ın erkek kardeşi. Adam bacanağı için şarkı yazmış. Herkese McCartney gibi bir bacanak lazım.


* Bu arada The Zombies'in benzerlik kurulabilecek ilk dönem şarkılarından da birkaç örnek vereyim de yazı havada kalmasın: [1], [2], [3][4].
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...