23 Ağustos 2012

Yoğurtlu semizotu için hangi iç mihrak düğmeye bastı?

Kendimi bildim bileli yoğurtlu semizotu denen mahluk annemin favorilerinden biridir. Yaz kış demeden yapar. Hele ki yazın, yoğurtlu semizotu, mutfağın en önemli öğelerinden biri hâline gelir. Bazen bir öğün olarak, bazen de salata niyetine masadaki yerini alır. Daha önce öyle dışarıda, elde belde hiç gözüme çarpmayan bir şeydi bu; ancak bu yaz ne olduysa oldu, birden popülerleşti. Önce birkaç restoranda menünün bir parçası olarak gördüm, şaşırdım; sonra yoğurtlu semizotundan bahseden insanlar duydum, "neden?!" diye sordum kendime. Dün akşam üzeri bunun hakkında yazmayı bile düşünmüştüm ki, dün gece ve bugün şu saate kadar Ekşi Sözlük'te hakkında 30 giriş birden yapıldığını gördüm.

Anlayabilmiş değilim. Aklıma birkaç olasılık geliyor: Ya bir dizide sevilen bir karakter yoğurtlu semizotu yedi veya ondan bahsetti, ya televizyonda gördüğümüz kıçımın doktorlarından biri faydalarından söz etti, ya da sırf bana kıllık olsun diye annem bir anda "düğmeye bastı" ve bunu "popüler" yaptı. Çok fena kıllanıyorum, aslında annem toplumu yönlendirme gücünü bir şekilde elinde bulunduran bir insan mı? Korkuyorum. Yarın öbür gün Twitter'da "trend" neyin olursa şaşırmayacağım.


Sevmiyorum seni yoğurtlu semizotu. Zaten sadeni de sevmezdim!

20 Ağustos 2012

Köpekli Albüm

Hiçbir zaman bir "grunge" hayranı olmadım. Hatta grunge deyince akla gelen ilk birkaç gruptan biri olan Pearl Jam'den tiksinirim. Fakat Nirvana'yı, Smashing Pumpkins'in bazı albümlerini, Foo Fighters'ın ilk albümünü (zaten ilk albümden sonra yaptıkları müzik pek de grunge olarak nitelenemez), Soundgarden'ın Superunknown ve Down on the Upside'ını falan severim. Bir de Screaming Trees'i ekleyeyim. Bunları ilkgençlik yıllarımda az çok dinlemişimdir. Bir de Alice in Chains var tabii. Aslında onların da doğru dürüst dinlediğim tek albümleri var: 1995 tarihli Alice in Chains. Ancak o albümde bir şarkı var ki, 14 yaşımdayken ilk dinlediğimde ne hissediyorsam her yeniden dinleyişimde aynı şeyi hissettirmeyi başarıyor bana: "Heaven Beside You". Çokça dinlediğim bir şarkı değil, belki yılda bir iki kere açarım; ama o yeter bana. Alice in Chains'e saygı duymama yeter de artar bile.


Bu arada popüler müzik dünyasında albümlere takma isim vermek pek sevilen bir şey. Özellikle grupla aynı adı taşıyan albümler için sıkça tercih ediliyor. Aklıma ilk gelen örnekler The Beatles'ın "White Album"u ve Orbital'in "Green Album"u. Bu ikisi de albüm kapaklarının renklerinden dolayı verilen isimler. Tabii hepsi böyle olmak zorunda değil, muhtemelen buna dair daha pek çok örnek vardır; ama aklıma gelmiyor. Neyse. Alice in Chains'in 1995 tarihli ve Alice in Chains isimli albümünü de kapağından dolayı "Köpekli Albüm" diye çağırıyorum hep. Geh Köpekli Albüm, geh! Köpeğin bir ayağının eksik olmasıyla (ayrıca gözleri de yeşil) kimbilir nasıl bir mesaj vermek istemiştiniz gençler.


***

Yazıyı tam burada bitirmek üzereydim ki, albümün arka kapağında Francesco Lettini isimli üç bacaklı bir İtalyan şovmenin resminin olduğunu fark ettim. Zamanında bu albümün kaseti vardı bende, ama hatırlamıyordum bu arka kapağı. Frank Lettini'nin hikâyesi de ilginçmiş; 3 bacağa, biri üçüncü bacağının dizinden çıkan 4 ayağa, 2 penise (ikisi de işlevsel) sahip bir adammış. Daha fazla ayrıntı isteyen bu linke tıklasın. Ayrıca bu kapak resimlerinden dolayı albümün zaten bir takma adı da varmış: "Tripod". Olsun, ben "Köpekli Albüm" demeye devam edeceğim.

17 Ağustos 2012

17 Ağustos 1999

1999 yazı. Hayatında müzik ve kitaplardan başka pek bir şey olmayan, üniversitenin birinci sınıfını bitirmiş, oldukça asosyal, içe kapanık 18 yaşında bir yeniyetmeyim. Aslında o yaz bazı şeyler değişmeye başlıyor. Yalova'da birkaç arkadaş ediniyorum, hatta bir müzik grubu kuruyoruz. Ben klavye çalıyorum. Kendimize prova yapacak bir yer arıyoruz. Üstelik bulmak üzereyiz. Hatta provaların ardından çalmak üzere bir mekân arayışına bile girmişiz.


Ağustos ayı geliyor. Grup işlerini bir süreliğine bir kenara bırakıyorum ve ailecek tatile çıkıp Marmaris'e gidiyoruz. Tatile giderken bir çantayı tamamen CD'lerle dolduruyorum. The Byrds, Buffalo Springfield, The Beach Boys, The Beatles... CD çalabilen bir Walkman'im olmadığından yanıma ufak bir müzik seti almayı da ihmal etmiyorum. Marmaris yolunda da arabada bir Beatles kasedini çıkarıp, diğerini takıyorum. Marmaris'e vardıktan sonra ise kendimi eve kapatır gibi İçmeler'deki apart otele kapatıp bol bol müzik dinliyor, kitap okuyorum. Birkaç gün geçiyor, tatilde çok fena sıkılmaya başlıyorum. Tatilde yeni arkadaşlar edinmek? Bana göre değil. Anne-babamın başının etini yemeye başlıyorum: "Hadi dönelim, ben çok sıkıldım, yapacak hiçbir şey yok".


15 Ağustos 1999 akşamı Yalova'ya dönüyoruz. Ertesi gün hemen grup elemanlarıyla buluşuyoruz. Benim yokluğumda prova mekânını bulmuşlar bile! Gidip bakıyoruz mekâna, planlar yapıyoruz. Ertesi gün, yani 17 Ağustos'ta provalara başlayacağız. Gece saat 1 gibi davulcumuz Burak'la ertesi gün prova mekânında görüşmek üzere vedalaşıyorum... Eve dönüyor, odama giriyor, radyoyu açıyor, yatağıma uzanıyorum. Yalnızca İstanbul'a yayın yapıyor olsa bile Kent FM Yalova'dan da "çekiyor".


Tam 13 yıl önce, geceyarısı, tam bu saatlerde, 03:02'de bir sarsıntı başlıyor. İçeriden babamın sesini duyuyorum. Annemin ve benim isimlerimizi haykırıyor, "buraya gelin, evden çıkmamız lazım!" diyor. Yarı uyur yarı uyanık bir vaziyette bağırıyorum: "Offf yaa, deprem oluyor işte bir şey yok, birazdan geçer". Pikeyi üstüme çekiyorum; ama sallanmaya devam ediyoruz. En sonunda kalkmak zorunda kalıyorum. Ayağımı yere koyar koymaz ayağımın altında CD'lerimi hissediyorum. Her yere dağılmışlar. "Eyvah!" diyorum, "gitti güzelim CD'ler". Odamdan çıkıyorum. Babam ve annem holdeler. Hâlâ sallanıyoruz. Babam kapıyı açıyor ve aşağı inmeye başlıyoruz. O arada karşı dairedekileri duyuyor ve şöyle düşünüyorum: "Allah allah, bu tiplerin sesleri bizim Yalova'daki komşulara ne kadar da benziyor!" Deprem anında kendimi hâlâ Marmaris'te sanıyorum.


Aşağı iniyoruz. Etraf toz duman. Hiçbir şey görmek mümkün değil. Bir sürü bina yıkılmış; ama o anda ben durumun ciddiyetinin henüz pek de farkında değilim. Arabanın içine giriyoruz. "Baba" diyorum, "neden Yalova'ya dönmüyoruz ki? Çekip gidelim işte". Babam cevap vermiyor. O arada ben de içimden Marmaris yolundaki dağların bir daha deprem olursa tehlikeli olabileceğini, kayaların yuvarlanabileceğini falan düşünüyor, "hele bir sabah olsun da belki o zaman döneriz" diyorum.

Aradan ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum. En az 10-15 dakika, belki 30 dakika. Arabanın dışına çıkıyorum. Önce gökyüzüne, sonra etrafıma, sonra bir daha gökyüzüne bakıyor ve haykırıyorum: "Ama burası Yalova!!!"

Sonrası mâlum. Kimine göre 17bin, kimine göre 40bin ölü. Hep istatistik. Daha çok istatistik.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...