Supergrass’in 1995 tarihli ilkalbümü I Should Coco’yu duyduğumda şöyle demiştim: “The Beatles 90’lı yıllarda çıkmış olsaydı tam da böyle bir müzik yapardı.” Supergrass’in zaman içerisindeki gelişimini dikkatle takip ettim ve Supergrass beni hiçbir albümünde yanıltmadı. İlk albümdeki çiğlik ve dinamizm her albümle birlikte daha sofistike şeylere dönüştü; şimdiyse karşımızda bir başyapıt var: Road to Rouen.
Road to Rouen müzik basınında çok ses getirmedi, listelerin tepelerine de çıkmadı; ama bazı şeylerin değeri ancak uzun zaman sonra anlaşılıyor. Tıpkı 1966 tarihli The Beach Boys başyapıtı Pet Sounds ve 1968 çıkışlı The Zombies güzelliği Odessey & Oracle gibi. Kanımca Supergrass’in Road to Rouen’i de tıpkı bu albümler gibi pop müzik tarihine adını altın harflerle yazdıracak; fakat bundan yıllar sonra olacak bu.
Albüm akustik gitardan yayılan ilk akorlarla birlikte bir otoyola atıyor bizi, geceyarısı, belki de tam alacakaranlıkta (albüm kapağından mı etkilendim acaba? sanmıyorum…). Nefis melodisi, şahane akor geçişleri ve zekice kotarılmış orkestrasyonuyla minör tonlarda salınan Tales of Endurance (Parts 4, 5 & 6) albümle baş başa geçirecek olduğumuz yarım saatten biraz daha fazla zamanın gayet güzel bir şekilde akacağını müjdeliyor bize. 2005 yılının Temmuz’unda albümden yayımlanan ilk 45’lik olan St. Petersburg piyanonun sürüklediği bir tembellik anıtı. İlk notalarıyla insanı yakalayan ve bir melodiden diğerine atlayan Sad Girl’ün peşinden 6 dakika 17 saniyelik Roxy geliyor. Albüm olgun ve tatlı bir armut gibi; Roxy de bu olgunluğun en çok belirginleştiği şarkılardan biri. Tüm albümde olduğu gibi Roxy’de de enstrümanlar öyle yerinde ve öyle profesyonelce kullanılmış, yaylı ve nefesli düzenlemeleri o kadar şahane kotarılmış ki, hayran kalmamak elde değil. Coffee in the Pot, “109 saniyede salına salına nasıl eğlenilir?” sorusunun cevabı adeta: Hawai soslu ritimlerin üzerinde gezdirilmiş yayvan surf gitarları… Road to Rouen ve Kick in the Teeth, albümdeki diğer şarkılara nazaran daha “elektrikli”. Albümdeki en dinamik ve Supergrass’in daha önceki sadasına en yakın şarkılar bunlar. Kapanışı ise akustik ve “rahat” bir şekilde yapmayı tercih etmiş Supergrass. 10 yıl kadar önce, Alright’la, gençliklerine dair bir güzelleme düzen çocuklar, albümden yayımlanan ikinci 45’lik olan Low C’de artık o kadar da genç olmadıklarını tatlı tatlı itiraf ediyorlar. Son şarkı Fin bizi bir rüyanın içine atıyor: Yolculuk bitti, şimdi uyku vakti.
Supergrass üyeleri içlerindeki enerjiyi hız ya da sertlik olarak dışarı vurmayı bir süredir bırakmışlardı zaten; bu albümle birlikte iyice olgunlaşmışlar. Albümde canlandırılmayı bekleyen öyle bir âtıl enerji var ki, canlandırmasını bilen için büyük hazine. En üstün mahsülden üretilmiş bir şarap gibiler. İnsanın en iyi dostu kadar da samimi.
Zamansız bir albüm bu. Belirli bir zamana ait gibi durmuyor kesinlikle; “her” zamana ait noktalar içeriyor. Prodüksiyon kusursuz: Ne tek bir eksik, ne tek bir fazla; her şey olması gerektiği gibi, yerli yerinde. Albümün prodüksiyonu ve şarkılar hakkında müzik tarihinde yer edinmiş önemli albümlere dair pek çok gönderme de yapılabilir; ancak hiçbirini yapmayacağım. Artık Supergrass’in “kendi kendine” tanımlanma vakti geldi de geçiyor bile.
Bu; Supergrass.
1 yorum:
opuyorum
Yorum Gönder