Uzun yıllardır Paul McCartney’i takip eden biri olarak söylemeliyim ki bu albüm öncelikle prodüksiyonuyla dikkatimi çekti. Tanrıya şükür Paul artık Jeff Lynne’la çalışmıyor. Hayır, Jeff’i severim, delikanlı çocuktur; fakat 90’lı yıllarda yayımlanan cânım Macca şarkılarını prodüksiyon esnasında gereğinden fazla enstrümana boğmasına hep içerlemiştim. Bu albümün prodüksiyonunu Nigel Godrich’le birlikte üstlenen Macca bu açıdan iyi bir iş çıkarmış.
Bu albümde 70’lerin başındaki Paul’u duyduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Birisi gelip de bana English Tea’yi dinlettikten sonra, “Bu şarkıyı Paul 1971’de kaydetmiş; ama sonra bir kenara koymuş, hiçbir albümüne almamış.” deseydi, ne yalan söyleyeyim, saf saf inanırdım. Ancak durumun böyle olması, albümün miyadı dolmuş bir sadayla örülü olduğunu göstermiyor; aksine Paul McCartney’in, dinlediğimde bana hala taze gelen bir sadayı 70’lerin başında yakalayabildiğini gösteriyor. Chaos and Creation in the Backyard’ın McCartney ve Ram albümleri çizgisinde giden ve prodüksiyon açısından bu çizgiyi biraz daha ileri götüren bir albüm olduğu söylenebilir. 1970 tarihli McCartney albümünde olduğu gibi burada da yaylılar ve bazı nefesliler dışında her şeyi Paul McCartney çalmış; güzel de çalıyor kerata, çalmaya devam etsin.
Şimdi gerçeklerle yüzleşme zamanı; albümü ilk dinlediğimde 4-5 şarkı dışında oldukça vasat bulmuştum. Bu albüm ilk dinleyişte vuran albümlerden değil kesinlikle. Evet, Paul’un kullandığı en önemli taktiklerden biri vurup kaçmaktır aslında; burda o tip şarkılar da var: Promise to You Girl, Fine Line, Follow Me gibi... Fakat albümün çoğu vurup kaçan şarkılardan değil, önce belki bir miktar sıkıcı gelip sonra kaptırılan şarkılardan mürekkep. Misâl; Riding to Vanity Fair’i ilk duyduğumda şöyle bir yorum yaptım: “Hani Paul’un o muhteşem melodi yaratıcılığı? Hani nerde bu şarkının middle eight’i? Nerde o yoğunluk?” Paul’un biz dinleyicilerini alıştırdığı şey genelde şuydu: Bir şarkı yapardı, şarkının içine sürüyle birbirinden “yakalayıcı” melodi yerleştirir ve bizi her saniye “bir şaşkınlıktan bir diğer şaşkınlığa” sürüklerdi; içindeki melodilerle 4 tane şarkı üretilebilecek işler yapardı. Bu albümde bu tarzını çok yoğun kullanmamış; minimalist takıldığı yerler olmuş. Riding to Vanity Fair, bu minimalizmin en çok belirginleştiği şarkı, üstelik albümün en uzun şarkısı. ilk başlarda garipsetiyor; ancak sonradan çok sevdiriyor kendini. ayrıca Paul’un eski alışkanlıklarını sürdürdüğü bir sürü şarkı da var bu albümde. Promise to You Girl, bu duruma en açıkça tanık olunabilecek şarkı; ki bence albümün de en iyi şarkılarından biri.
Albüm Fine Line’la açılıyor, bir açılış şarkısından beklenebilecek her şeye sahip. Akılda kalıcı bir melodi, yüksekçe tempolu bir ritim, akıcı bir hissiyat; daha ne olsun. İlk dinleyişte çarpıyor, daha sonra da kendini dinletmeye devam etmeyi başarıyor. İkinci şarkı How Kind of You ilk dinleyişte çarpmasa da dinledikçe ısındırıyor kendine. Arka plandaki ufak tefek “atonalimsi” tıngırtılar ve içerdiği harmonium sayesinde psychedelic bir hava yakaladığı da söylenebilir. Bunu takip eden Jenny Wren için Paul McCartney “Blackbird’ün kızı.” demiş. Sanırım Blackbird bir Türk’le evlenmiş; belki de bir Rumen ya da Ermeni’yle evlenmiştir. Ama kesinlikle bir Balkan ve/veya Kafkas etkisi var. Bunu sağlayan şey de içerdiği o tuhaf duduk solosu. Şarkının kendisi zaten yeterince içli ve etkileyici, o solo da girince kalp krizi kaçınılmaz oluyor. Paul’un melodi yaratma ve tonlar arasında alakasızca dolaşma ustalığını yeniden duyuran bir şarkı. At the Mercy ise sanki 1971’den kalmış gibi. Yine melodiler arasında ustaca geçişler söz konusu, yine hipnotize edici. Friends to Go klasik bir Macca şarkısı; benzerlerine daha önceki Macca albümlerinde de rastladığımız tarzda gidiyor. English Tea’yi ise hiç utanmadan ve çekinmeden For No One’ın erkek kardeşi ilan ediyorum. Ciddi ciddi barok etkiler taşıyan bu şarkı müzikal anlamda 1966 tarihli The Beatles şarkısı For No One’a çok yakın. Ayrıca bu şarkı güzel bir barok düzenlemeyle bir oda orkestrası tarafından çalınsa, insanlara Bach bestesi olarak gayet de güzel yutturulabilir. Too Much Rain tam bir umut şarkısı. Aslında en umutsuz anların şarkısı. “Bir insanın hayatında bu kadar 'yağmur' olması hiç adil değil.” diyor Paul; ama bunun bir daha olmayacağını umut etmemizi o kadar tatlı bir dille söylüyor ki yiyoruz, yutuyoruz. Certain Softness zaman zaman 1989 tarihli Flowers in the Dirt albümünde yer alan Distractions’ı anımsatan nefis bir melodi, kalp ağrıtan cinsten. Düzenlemeye belki biraz daha özen gösterilebilirmiş diye düşünsem de, bu durum şarkının güzelliğini lekelemiyor. Riding to Vanity Fair ilginç bir şarkı. Paul McCartney’in tarzının bir miktar dışında. Kanımca Nigel Godrich’in en çok esamesinin okunduğu prodüksiyon bu şarkıda olmuş. Bir indie topluluğu bu şarkıyı yapsaydı çok tutulurdu. Umarım Paul’un yaptığı bu iş de tutulur. Follow Me, albümdeki en klasik Macca şarkılarından biri. Paul McCartney’in alışık olduğumuz o ses ve melodi örgüsünü takip ediyor. Defalarca üstüste dinleniyor tatlı tatlı; zaman zaman umut aşılıyor, zaman zaman kalp acıtıp üzüyor. Promise to You Girl ise değişkenliğiyle Paul McCartney’in 70'li yıllardaki progressive tarzını anımsatıyor. Paul tüm albüm boyunca geri vokalleri şahane yapmış, burada daha da şahane yapmış. Bana acayip derecede Klaatu’yu anımsattı bir de bu şarkı; ki Klaatu 1976’da çıktığında, o grubun The Beatles üyelerinden oluştuğu konusunda kuşkular vardı pek çok kimsede. Albümün sondan bir önceki şarkısı This Never Happened Before’da Paul yine yapacağını yapmış, damardan dalmış. Albümün kapanışını yapan Anyway, McCartney’in eski işlerini anımsatan oldukça iyi bir balad. Bu şarkı bittikten sonra bir hidden track dalgasıyla karşılaşıyoruz. Paul bizi gayet güzel melodiler arasında dolaştırdıktan sonra deneysel işlere girişip albümü kapatıyor.
Başta da söylediğim gibi, ilk birkaç dinleyişte belki çok da sarmayan bir albüm bu. Yavaş yavaş içine alıyor sizi ve iyi de yapıyor. Hani, pek çok kimsenin söylediğinin aksine, Paul McCartney’in son 30 yıldaki en iyi işi olmayabilir; ama yine de Flowers in the Dirt, Off the Ground, Flaming Pie, Driving Rain albümleri çizgisinde nefis melodilere imza atmış olan Paul’un bu çizgiyi sürdürdüğü, prodüksiyon olarak da daha iyi bir noktaya götürdüğü bir albüm Chaos and Creation in the Back Yard. Kaliteli bir şarap.
1 yorum:
kesinlikle.. :)
This never happen before şarkısını dinledikten sonra (ki nerdeyse hiç bi şarkıyı bu kadar çok dinlemedim..)
çok hoş bi tat bırakıyor kulaklarda.. Lake House filminde de bu muzik çok doğru bir seçim olmuş
Yorum Gönder