İki aydan uzun süredir bu yılın Eurovision şarkılarını döndüre döndüre dinliyorum. Eskiden de Örovizyon'u takip ederdim (ilk hatırladığım sanırım 1988 Eurovision'ı; Mazhar-Fuat-Özkan'ın "Sufi"yle sahne aldığı an dün gibi aklımda) ama genelde yarışma olan gecelerde ilk kez dinlerdim şarkıları, oturup önceden pek dinlemezdim. Bu sene bir şekilde hepsini önceden dinlemeye karar verdim ve bu dinleme konusunu muhtemelen biraz fazla abarttım. Eh, genelde böyleyimdir, bir şeylere ilgi duyduğumda abartırım. Neyse, sadede geleyim.
Bu sene, "iyi şarkı" sayısı geçen yıllara oranla çok daha fazla gibi geldi bana. Tabii her bir şarkıyı defalarca dinlemiş olmam da böyle düşünmemi sağlamış olabilir, ondan çok emin değilim. Ancak gerçekten Eurovision bağlamı dışında da oturup dinlenecek çok sayıda şarkı var. 37 şarkı içinde böyle oturup dinlenecek en az 10 şarkı var ve bunların önemli bir kısmı da ilginç unsurlara sahip. Başlangıçta favorim, İtalya'yı temsil eden Lucio Corsi'nin şarkısı "Volevo essere un duro" idi. Şubat ayında Sanremo Müzik Festivali'nde duyar duymaz şarkıya adeta aşık olmuştum. Şarkı, Sanremo'da çok iğrenç bir trap şarkısına kaybetti ve ikinci oldu ama Sanremo'yu kazanan şarkıcı Eurovision'a gitmeme kararı alınca Lucio Corsi, Eurovision'a gitme hakkına sahip olup bu hakkını kullandı. İyi de yaptı.
"Volevo essere un duro"nun yaratıcısı Lucio Corsi, hem İtalyan (Ivan Graziani, Lucio Battisti, Edoardo Bennato, Renato Zero) hem de Anglosakson (asıl olarak Bob Dylan özelinde) singer/songwriter geleneğini takip eden ama bunu hem Beatles, T-Rex ve hatta Genesis gibi gruplardan hem de David Bowie, Elton John gibi müzisyenlerden aldığı ilhamla birleştiren epey özel bir adam. Bunun üzerine o anlamlı ve bir miktar da şairane sözleri eklenince şarkıları tadından yenmez oluyor. "Volevo essere un duro" da, her ne kadar Sanremo için yazıldığından Lucio Corsi'nin en "ulaşılabilir" şarkılarından biri olsa da, bütün bu referansları öyle ya da böyle içeriyor. Sahnede ise Lucio Corsi tam bir glam'ci gibi görünüyor (ki gerek müzikleri gerek sözleriyle glam referansı içeren çok sayıda şarkısı var). İtalya, tıpkı Birleşik Krallık, Fransa, İspanya ve Almanya gibi doğrudan finale çıkan ülkelerden olduğu için yarı finallerde yarışmıyor olsa da Lucio Corsi, 13 Mayıs 2025 gecesi, yarışmanın ilk yarı finalinde müzisyen arkadaşı (ve şarkıcının ortak bestecisi) Tommaso Ottomano ile birlikte sahne alıp şarkısını söyledi.
Biraz önce bu şarkının "başlangıçta" favorim olduğunu söylemiştim. Fakat Mart ayında, Portekiz'i temsil eden NAPA adlı grubun "Deslocado"sunu duyar duymaz yeni (ve hâlâ da değişmeyen) favorimi bulmuş oldum. Bu şarkıyı neredeyse fanatizm derecesinde sevdiğimi söyleyebilirim. Özellikle "internetlerde" müzikten anlamayan şahsiyetsiz kişilerin (müzik özelinde insanlara hakaret etmeyi çok severim) yorumlarıyla şarkıyı yerden yere vurması sonucu bu fanatikliğim iyiden iyiye arttı. "Deslocado" hem o Portekizlilerin meşhur "hissiyatı" olan "saudade"yi müthiş bir şekilde yansıtmayı başarıyor hem de müzikal açıdan tam da benim damarıma (ki Lucio Corsi de öyle aslında) dokunuyor. NAPA'nın etkilenimleri belki Lucio Corsi'ninkiler kadar geniş değil ama ortaya çıkan işin müzikal açıdan bir tık daha zengin olduğunu söyleyebilirim. Lucio Corsi, bu yarışmanın Bob Dylan'ı ise NAPA, bu yarışmanın Beatles'ı.
Aman yanlış anlamayın. NAPA isimli grubu Beatles'la karşılaştırıyor falan değilim. Sadece bu yarışmadaki şarkıları ölçü alıp bir skala üzerine koyarak "en iyi"nin karşılığını ifade ediyorum. Fakat NAPA'nın müzikal anlamda Beatles'tan, özellikle de George Harrison'dan büyük ölçüde etkilenmiş olduğu da gayet açık. Tabii sound olarak "orijinal" Beatles'tan ziyade 90'ların o "Free As a Bird"/"Real Love" Beatles'ı, yahut 2020'lerin "Now and Then" Beatles'ı hissiyatına daha yakın olduğunu söylemek gerek. Piyanodaki zarafet Paul McCartney'in bazı solo işlerini (örneğin 2018 tarihli "I Don't Know"u), kromatik akor geçişleri ve genel sound/hissiyat George Harrison'ın özellikle 70'lerin sonunda yaptığı işleri, gitar solosu ise George Harrison'ın üzerine Eric Clapton'ın eklendiği bir havayı yansıtıyor. Hatta biraz daha ileri gidecek olursam girişteki o "tekinsiz" piyano akorunun "A Hard Day's Night"ın başındaki gitar akoruna ilişkin bir gönderme olduğunu bile iddia edebilirim. Şarkı, armonik açıdan zengin sayılabilir (en zengini Ukrayna'nın şarkısı, ona da birazdan geleceğim); buna bir de üst üste binen geri vokalleri (ki burada da bir "Paperback Writer" etkisi sezinlemiyor değilim), şarkıdaki melankoliyi/nostaljiyi (ki şarkının sözleri de adaları Madeira'ya ilişkin nostaljik duygularını ve sevgilerini ifade ediyor) ekleyince şarkı tadından yenmez bir hâle geliyor. Şarkıda hypnagogic pop olarak adlandırılan, nispeten yeni (ama geçmişe referanslı) müzik tarzının da izlerini bulmak mümkün.
Bu yıl Portekiz, benim favorim olsa da Eurovision fanları arasında favori olmayı geçtim, yarı finalde elenip gidecek bir ülke olarak görülüyordu. Ben de bunu kabullenmiş, "halkın" müzik zevkine küfretmekten aldığım hazzı bu şarkı özelinde haftalar boyunca bir kez daha yaşamıştım. 13 Mayıs 2025 gecesi, yarışmanın ilk yarı finali sürerken bahis sitelerine göre Portekiz 15 şarkı içinde en son sıradaydı ve %86 ihtimalle elenecekti. Ancak ne olduysa oldu ve nefret ettiğim şarkıların çoğu bir bir elenirken Portekiz ilk 10'a girerek (henüz tam sıralamasını bilmiyoruz, final gecesinden sonra öğreneceğiz) finale çıktı.
İlk yarı final için kendi beğenime göre 15 şarkıyı sıralamıştım. Son 4 sıraya koyduğum şarkıların tamamının (Belçika, Slovenya, Hırvatistan ve Kıbrıs) elenmesi beni müthiş keyiflendirdi. Portekiz'in finale çıkması ise pastanın üzerindeki kiraz oldu (Türkçede var mı olm böyle bir ifade?).
En sevdiklerim arasında olan diğer iki şarkı da yine ilk 10'a girerek finale yükseldi ama onların zaten finale çıkması bekleniyordu. Bunlardan biri, Ukrayna'yı temsil eden Ziferblat'ın "Bird of Prey"iydi.
"Bird of Prey", adeta 3 dakikalık bir prog rock şarkısı. Ama öyle kuru, lezzetsiz, müziği sadece matematiğe dayanan prog şarkılarından değil. Mekanik değil bir kere. Yes gibi, Genesis gibi melodik açıdan zengin bir prog. Tüm bunların üstüne bir de Ukrayna'nın yerel müzik geleneğinin etkileri eklenince şarkı iyice lezzetleniyor. Armonik ve ritmik zenginliği zaten hayranlık uyandırıyor. 3 dakika içinde oradan oraya o kadar profesyonelce geçiyorlar ki hayran kalmamak elde değil. Vokal armonilerinin de üzerinde çok sıkı çalışıldığı belli (gerçi canlı performans esnasında vokallerde bazı sıkıntılar yaşanmadı değil ama olsun o kadar).
İlk yarı finalin sözünü etmeye değer bir diğer şarkısı ise Arnavutluk'u temsil eden Shkodra Elektronike'nin "Zjerm"iydi. Shkodra Elektronike bir folktronicaduo'su. "Zjerm", armonik açıdan zengin bir şarkı değil belki ama hem insanı transa (hatta tribe) sokan ritimleri hem de enstrüman çeşitliliğiyle öne çıkıyor. "Tribe sokmak" demiştim ki sanırım bunun sebebi perküsyonlardan yayılan o "kabile müziği" havası. Elektronik müzik ve pop müziği, Arnavutluk'un geleneksel müziksel unsurlarıyla ustaca birleştiriyor. Sözleri de ateş imgesini merkezine alıp o "kabile" atmosferini güçlendiriyor.
Bu dört şarkının arkasına Polonya'yı temsil eden Justyna Steczkowska'nın "GAJA"sı, Azerbaycan'ı temsil eden Mamagama'nın "Run With U"su ve eğlencelik kontenjanından Gabry Ponte'nin (ki "Blue" ile tanıdığımız İtalyan grup Eiffel 65'in esas oğlanlarından biriydi) San Marino adına yarıştığı ama kendi ülkesi olan İtalya'dan bahsettiği "Tutta l'Italia" da eklenebilir. Herkesin favorisi olan İsveç'in şarkısını ise pek tuttuğumu söyleyemeyeceğim (muhtemelen finalde ya kazanacak ya da ikinci olacak).
İkinci yarı finalde yarışacak şarkılar bence ilk yarı finaldekilere oranla biraz daha zayıf kalacak ama belki birkaç gün sonra onlar hakkında da birkaç laf ederim. Oradaki kişisel favorilerimi ise şimdiden söyleyeyim: Letonya'yı temsil eden Tutumeitas'ın "Bur man laimi"si (vokallerin ve perküsyonların ön planda olduğu bir "trip" şarkısı yine) ve Yunanistan'ı temsil eden Pontuslu Klavdia'nın "Asteromata"sı. Bunlara belki Litvanya için yarışan Katarsis'in "Tavo akys"ini ve Lüksemburg'u temsil eden Laura Thorn'un "La poupée monte le son"unu da (bu eğlencelik kontenjanından) ekleyebilirim. Bir de "balad" kontenjanından bir şeyler eklemem gerekirse Karadağ adına yarışan Nina Žižić'in "Dobrodošli"sinin ve Sırbistanlı Princ'in "Mila"sının adını anabilirim.
Erik Satie'den hiç hoşlanmam, empresyonist müzikten (ve resimden) neredeyse tiksinirim. Hâliyle herkesin ayılıp bayıldığı, popülerliğin zirvesini görmüş Gymnopédie'leri de hiç sevmem. Elimden gelen bir şey değil, duyar duymaz fiziksel rahatsızlık veriyor bana. İçim bunalıyor, bir an önce kurtulmak istediğim bir şeyler birikiyor içimde, sadece ruhsal değil fiziksel bir bulantı yaşıyorum (bana bunu yapan müzik eseri sayısı çok az bu arada, benzer bir etkiyi Azer Bülbül de yapıyor misal, Azer Bülbül ve Erik Satie aynı ligde, evet).
ANCAK. Kocaman bir ancak oluştu bugün bende (ancak herifin tekiyimdir zaten). Yusef Lateef'in bir albümünü dinliyordum ve birdenbire o melodi başladı: Gymnopédie 1. Kendime inanmak istemedim, kendimden şüphelendim ama elimden gelen bir şey yoktu. Bu versiyondan hoşlanmıştım. Flütün verdiği o yatıştırıcı etkiyle birlikte "quirky" perküsyon kullanımından kaynaklanıyor olsa gerek. Sadece piyanonun olduğu bölümler yine rahatsız edici ama sadece birkaç saniye sürüyor ve o piyanoya az sayıda da olsa diğer enstrümanlar eklendiğinde her şey değişiyor.
Hatta kendimden o kadar şüphelendim ki gittim Gymnopedie 1'in standart versiyonunu açtım. Açar açmaz yine o tiksinti geldi ve hemen kapadım. Demek ki mesele melodinin kendisinde değil, çalınma biçiminde. O "empresyonist" etkide. Misal empresyonist bir resme bakarken de o nokta-noktalık ve belirsizlik nedeniyle aynı bulantıyı hissediyorum. Bu şarkının standart versiyonu da tam öyle bir atmosfer yaratıp o tip görseller oluşturuyor zihnimde, tiksintim ondan ileri geliyor. Aslında Yusuf Lateef versiyonunda da özellikle perküsyonlarla o his iletilmeye çalışılmış ama o "ağırlık" uçmuş gitmiş. Ne kadar uğraşsa da bana rahatsızlık vermeyi başaramıyor.