29 Mayıs 2012

Şarkı: João Gilberto, Stan Getz & Astrud Gilberto - The Girl From Ipanema (1964)

Beste Antônio Carlos Jobim. Portekizce sözler Vinicius de Moraes. İlk olarak Garota de Ipanema adıyla 1962 yılında Pery Ribeiro tarafından kaydediliyor. İki yıl sonra Norman Gimbel şarkıya İngilizce sözler yazıyor, şarkı João Gilberto ve Stan Getz eşliğinde Astrud Gilberto tarafından kaydediliyor. Uluslararası bir hit oluyor. 1965 yılında Grammy kazanıyor.


Sessiz ve zarif bir devrim. Brezilya'da 1950lerin sonunda doğan müzikal tarz Bossa nova, bu harika şarkı sayesinde Beatles ve "İngiliz İstilası"yla yarışacak seviyede uluslararası bir fenomen haline gelecekti. Milyonlarca dinleyiciyi fetheden bir karışım: masumiyetin, karmaşanın ve naifliğin karışımı.

28 Mayıs 2012

Şarkı: Booker T. & the MG's - Green Onions (1962)


Hammond orgunu caz zarifliği, soul tutkusu ve rock enerjisiyle çalan Booker T.'nin stili keskin ve asabi. Ona son derece temel, ancak fazlasıyla etkili bir şekilde çaldığı gitarıyla Steve Cropper eşlik ediyor. Popüler müzik alanındaki pek çok başyapıt gibi Green Onions da bir tesadüf eseri doğmuş. Grup, eşlik edecekleri müzisyeni (Billy Lee Riley) beklerken eğlenmek için minör tonda, soul'a kayan hızlı bir blues doğaçlaması yapıveriyor. Org cümleleri hemen biçimleniyor ve dört müzisyen farkına bile varmadan bu başyapıtı yaratıyor.

19 Mayıs 2012

İngiliz/Amerikalı müzisyenlerin Hilmi sevgisi

Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ülkesini yurtdışında en iyi şekilde temsil etmek ister. Kimisi Maya tapınaklarındaki bir odaya "Ne Mutlu Türküm Diyene" yazar, kimisi İngiltere'de bir kütüphaneden aldığı kitabın içine "Dünya Türk Olsun" yazıp onu o şekilde geri verir; herkes Türkiye'ye olan katkısını kendince sunar. Fakat en büyük katkıyı Hilmi isimli gençlerimizin sunduğuna dair hiçbir şüphem kalmadı. Özellikle müzisyenlerle gönül ilişkisi kuran Hilmiler, cinselliklerini de doyasıya yaşayarak ülkemizi en iyi şekilde temsil ediyorlar.


Müsaadenizle bunlara dair birkaç örnek de sunmak istiyorum: Marvin Gaye Sexual Healing isimli şarkısında "Hilmi, my darling" ("Hilmi, sevgilim") diyerek Hilmi'ye olan aşkını 80li yılların en güzel şarkılarından birinde dile getirirken, The Who ise See Me, Feel Me'de "See me, feel me, touch me Hilmi" ("Gör beni, hisset beni, dokun bana Hilmi") demek suretiyle tüm dünyaya Hilmi'den bahsediyor.

Listening to you, I get the music / Seni dinleyende*, müziği duyarım
Gazing at you, I get the heat / Sana bakanda*, ısıyı hissederim
Following you, I climb the mountain / Seni takip edende*, düz duvara tırmanırım
I get excitement at your feet / Kıçının dibinde heyecan duyarım
See me, feel me, touch me Hilmi / Gör beni, hisset beni, dokun bana Hilmi

*Çevirilerde "dinleyerek", "bakarak", "ederek" yerine "dinleyende", "bakanda", "edende" kullanmak suretiyle halk diline yakınlaştığım dikkatinizden kaçmasın.


Bütün bu Hilmilerin tek bir Hilmi olabilme ihtimali ise beni daha da heyecanlandırıyor. Groupie Hilmi.

15 Mayıs 2012

Şarkı: Out By My Side vs. Backstreet Girl (1996 & 1967)

Bir yandan çalışırken diğer yandan eskiden dinlediğim albümlere ara ara geri dönmeyi, onları arka planda dinlemeyi seviyorum. Bugünün şanslı albümü pek çokları için tek şarkılık (On Standby elbette) bir grup olan Shed Seven'dan A Maximum High idi. Albüm pek dikkatimi çekmeden akıp giderken bir anda bir melodi kulağımı yakaladı ve şöyle dedim: "Dur lan! Bu şarkı Rolling Stones'un değil mi? Kavır mı yapmışlar? Neydi adı... Heh! Backstreet Girl! Ama bunun sözleri böyle değildi ki?!" Sonrasında hemen Shed Seven şarkısının adına baktım ve Out By My Side olduğunu gördüm.

Şarkı, birkaç ufak melodik değişiklik dışında baştan aşağı Backstreet Girl'ün armonik yapısına ve düzenlemesine sahip. Bunu pek de bilerek yaptıklarını sanmıyorum, bilinçaltının bir oyunu olsa gerek. Yine de Stones dava açmadığı için Shed Seven oldukça şanslı. Bu arada şarkı sözleri de Dear Prudence'ı andırıyor biraz, eheh.

The Rolling Stones - Backstreet Girl (1967)



Shed Seven - Out By My Side (1996)

12 Mayıs 2012

Gazeteciler

İtalya'nın "prestijli" dergilerinden Internazionale'nin yayın yönetmeni Giovanni De Mauro'nun bu haftaki yazısı hoşuma gitti, çevireyim dedim:


"Siz bir yalancısınız, verileriniz düzmece", "Hiç de bile, hepsi doğru". 2 Mayıs Çarşamba günü, saat 21 ilâ 23.50 arasında, on yedi milyondan biraz daha fazla sayıda Fransız vatandaşı, Nicolas Sarkozy ve François Hollande arasındaki tartışmayı televizyonda canlı yayında izledi. Adaylar yaklaşık üç saat boyunca göçmenlikten vergilere, işsizlikten nükleer enerjiye kadar her konuda konuştu. Her şeyin en ufak detaylarına kadar hazırlanmış olduğu bir tartışmaydı: sandalyelerin türü, tartışmacılar arasındaki mesafe, stüdyonun sıcaklığı.

Ortalarında iki gazeteci vardı, Fransız televizyonunun iki tanıdık simasi, Tf1'den Laurence Ferrari ve France2'den David Pujadas. Sorularını nazikçe iki adaya yönelttiler ve ürkek bir şekilde verilen sürelere uymalarını sağlamaya çalıştılar. Tam da o sırada, Fransız haber sitesi Owni'ye ait ofiste, bir nevi yalan makinesi olan Véritomètre'ye (Gerçekölçer) Twitter üzerinden canlı olarak hayat vermeye çalışan 22 ilâ 29 yaşları arasında dört gazeteci bulunuyordu. İki adaydan biri, bir rakamsal veri sunar sunmaz (Fransa'nın kamu borçları, Fransa'da çalışır durumdaki nükleer santraller, Afganistan'da bulunan askerler), Véritomètre'nin editörleri bilgilerin doğruluğunu kontrol ediyor, kaynaklarını karşılaştırıyor, şüpheye düştüklerinde başkalarına soruyor ve birkaç dakika içinde ulaştıkları sonucu twitliyorlardı: doğru, yanlış, kesin değil; ve verilen bilgi doğru olmadığında kaynaklarını içeren pek çok linkle birlikte doğru olan bilgileri veriyorlardı. Böylece tartışmayı izleyenler, gerçek zamanlı olarak iki adayın güvenilirliğine dair bir fikir edinebiliyordu. 54 tweet yazdılar, yaklaşık olarak her üç dakikada bir tane.

Not düşmek için söyleyelim, Hollande'in doğru söyleme oranı yüzde 58, Sarkozy'ninki ise yüzde 47 idi. Yalnızca 140 karakter kullanarak gerçek gazetecilik yapmanın mümkün olmadığını tekrarlayıp duranlara Hollande ile Sarkozy arasındaki tartışmada gerçek gazetecilerin kim olduğunu sormak gerek: sürekli gülümseyen ve neredeyse hep sessiz kalan iki "televizyon uleması" mı, yoksa tweet'leriyle Véritomètre'deki dört genç mi.

6 Mayıs 2012

525 Şarkı (Bölüm 2): Mark Ronson -> Stevie Wonder

Rolling Stone Italia'nın Ağustos 2011'de yayımladığı "525 şarkı" listesine devam edelim. DJ, prodüktör ve müzisyen Mark Ronson bu liste için Stevie Wonder'dan 10 şarkı seçmiş. Bu seçimi beni şaşırtmadı, zira özellikle Amy Winehouse'un Back to Black albümüne yaptığı prodüksiyondan zaten Stevie Wonder'ı ve dönemin diğer Motown müzisyenlerini ciddi bir şekilde takip ve hatta taklit ettiği anlaşılıyordu. Bunun yanında 2008 yılı içerisinde ayrı ayrı hastası olduğum Q-Tip'in The Renaissance'ı, Solange Knowles'un Sol-Angel and the Hadley St. Dreams'i, Estelle'in Shine'ı gibi albümlerin prodüktörlüğünü yaptığını öğrenince pek bir saygı duymuştum kendisine. Bakalım Stevie Wonder (bizim için candır)'dan neler seçmiş.


Mark Ronson: Stevie Wonder (11 -> 20)

Lisede bir kız arkadaşı Mark Ronson'a Stevie Wonder'ın Talking Book albümünü dinletmiş. Ronson arkadaşının ona şöyle bir soru sorduğunu hatırlıyor: "Maybe Your Baby'yi hiç dinledin mi?". Ronson'ın cevabı ise şöyle: "Hayır, o ne?". Ve arkadaşı şarkıyı ona çaldığında Ronson şöyle düşünmüş: "Hassiktir, hayatımın geri kalan kısmını bu şarkıyı dinleyerek geçirebilirim!". Burada ronson kendisini en çok etkileyen Wonder şarkılarını listeliyor. "Stevie Wonder ayrım gözetmeksizin herkesi etkileme yeteneği olan tek isim: Punk, Indie, Hip-Hopçu. Hepsi".

1. "Big Brother", 1972
Bu parçanın güzelliğini tarif etmeye yetecek hiçbir şey söyleyemem. Wonder tüm enstrümanları çalıyor, olağanüstü bir baterist olduğunu da kanıtlayarak. İçinde politika var, ama aynı zamanda o kadar şaşırtıcı bir armonik ilerleyişi var ki, bir noktada, duyulabilecek en güzel Blues'a dönüşüyor.

2. "All I Do", 1980
Bir Club klasiği: Hiçbir Hip Hop DJ'i tanımıyorum ki bunu yanında taşımasın, ben dâhil. Tüm DJ setlerimi bu parçayla sona erdiriyorum. Evlilik törenimin soundtrack'i olabilir.

3. "I Was Made to Love Her", 1967
Stevie bunu 16 yaşında kaydetmiş, ve tıpkı Michael Jackson'ı çocukken dinlemek gibi: O yaşta aşk acısı çekmiş olmak mümkün değil, ama şarkıyı öyle samimi bir şekilde yorumluyor ki en sonunda gerçekten aşk açısı çektiğine inanasınız geliyor. Beni ağlatmayı başarabilecek kısımları var.

4. "Superwoman (Where Were You When I Needed You)", 1972
"Sana ihtiyacım varken neredeydin?" derken boğazınız düğümleniyor. Moog'un o yükselişi, sintisayzırlar, akorlar, melodi... Mükemmel. Bir nevi Eleanor Rigby.

5. "As", 1976
Bunu da DJ setlerimde çokça çalıyorum. Bir an geliyor ve diyorum ki: "Tamam, koy şunu ve pistteki aşk patlamasını izle". Ve bu hep böyle! Mükemmel: Başlangıcından o sonu gelmeyen ad libitum finale kadar. Mükemmel.

6. "I Don't Know Why", 1968
Belki de tüm zamanların en güzel vokali.

7. "Happier Than the Morning Sun", 1972
Elektrikli klavsenin sesine bayılıyorum. Stevie baroktan ve diğer klasik müzik formlarından melodiler ödünç almak konusunda çok büyük bir içgüdüsel yeteneğe sahipti.

8. "That Girl", 1981
Tam 80ler şarkısı, ve Stevie'nin büyük klasiklerinden biri. Con sordino başlıyor ve nakarat başladığında pistteki herkes şöyle düşünüyor: "Dünyanın en güzel şarkısı bu".

9. "I Believe (When I Fall in Love It Will Be Forever)", 1972
Beni ağlatmayı becerebilen başka bir şarkı, hele ki sevdiğim insanın yanındaysam. Bossa nova akorlarına benzeyen akorlarla başlıyor — ki o zamanlar çok kullanılıyordu — sonra yükseliyor, o güçlü ve neşeli nakaratla tanrılaşıyor. Finaline gelirsek, şarkının diğer kısımlarından farklı olarak oldukça güçlü bir ritme sahip, bu bir sürpriz.

10. "Living for the City", 1973
Burada Stevie klavyeleri katman katman üstüste bindiriyor, üzerine de dikkatli bir şekilde New York'a adanmış o sözleri ekliyor. Sanki bize bir şeyler söylemek istermiş gibi, ne pahasına olursa olsun. Duygusal açıdan ise insanı en çok içine alan parçalarından biri olarak yerini koruyor.


Diğer listeler için tıklayın.

5 Mayıs 2012

Afrikam Afrikam Cennetim

Birkaç yıl önce şöyle bir yazı eklemiştim. Özetle, ülkelerin ve kıtaların dünya üzerinde kapladıkları alanların gerçek oranlarıyla  bugün en yaygın biçimde kullanılan dünya haritasında gösterilen oranların birbirini tutmadığından bahsediyordu ve bu oranları aslına en uygun biçimde yansıtan "Peter'ın Haritası"ndan dem vuruyor idi.

İnternetler sağolsun biraz evvel başka bir görsel "elime geçti". Afrika kıtasının boyutlarıyla dünya üzerindeki diğer ülke ve kıtaları karşılaştırıyor. Ahanda burada:


Elinizin altındaki her haritaya kanmayın gençler! Haydi bana eyvallah.

4 Mayıs 2012

Yazılmayın, dedeler!

Ülkemizin dört bir yanında onlarca "Dedeler İlköğretim Okulu" olduğunu...


...biliyor muydunuz?

Google'ın sırf ilk iki sayfasında 4-5 tanesine rastlanıyor: Zonguldak-Karadeniz Ereğli'de bir tane, Mersin-Tarsus'ta başka bir tane, Sakarya-Akyazı'da, Konya-Altınekin'de, Kahramanmaraş-Türkoğlu'nda birer tane. Böyle gidiyor. O halde vatandaşlık görevimi yerine getireyim ve yeniden uyarayım: Yazılmayın, dedeler!

"Dedeler ne?" diyen varsa lütfen bir an evvel bu blogu terk etsin.

2 Mayıs 2012

Film: Storytelling (2001)

Yönetmen: Todd Solondz
Senarist: Todd Solondz

Daha önceden size "düz adam" olduğumu söylemiş miydim? Söylemediysem bile anlaşılıyordur zaten. O halde "düz" yorumlarıma geçeyim.


Storytelling izlediğim dördüncü Todd Solondz filmi oldu. Muhtemelen de sonuncusu olacak, bundan sonra kendisinin herhangi bir filmini izleyerek vakit kaybetmek istemiyorum. Diğerlerinden ikisi (Happiness ve Palindromes) berbattı, birisi (Welcome to the Dollhouse) vasatın biraz üzerindeydi. Storytelling de berbat olanların yanında yerini alsın bakalım.

Anlamsız, gereksiz, ne zevk verip beni eğlendiren, ne estetik duygularıma hitap eden, ne bir şeyler hissetmemi ne de herhangi bir şey düşünmemi sağlayan bir film. Zaman kaybı. Rahatsız edici olmaya çalışmış; ama onu bile başaramamış. Sadece son birkaç sahnesi fena değil. Amerikan bağımsız sineması kadar bıktırıcı bir şey yok herhalde. Hep aynı numara: 3-5 tane "loser"ı bir araya getirdiğin abartılı bir senaryo yaz, bu "loser"ların yanına Amerikan orta sınıfını da ekleştir, sonra topunun saçmasapan bunalımlarını göster. Küçük burjuva ahlâkını, orta sınıf Amerikalı konformizmini eleştiriyorum diye mastürbasyon yap. Bu mudur? Buysa ben almayayım. Çok şey anlattığını sanıp aslında hiçbir şey anlatmayan insanları sevmiyorum. Sadece "hiçbir şey anlatmamak"la yetinse iyi, sevilir yine; ama "çok şey anlattığını" sanıyor işte, o kötü. İnsanlar da hakikaten "çok şey anlattığını" düşünebiliyor. N'apalım. Belki de ben anlamıyorumdur.


Bana öyle bakma Todd!

2/10
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...