10 Haziran 2006

9 Haziran 2006

Albüm: Kanye West - Late Registration

[Roc-A-Fella; 2005]
Rap yeniden 80’li yılların başlarındaki güzel günlerine mi dönüyor? Son zamanlarda bana bu soruyu sorduran en önemli isimlerden biri de Kanye West.

2000’lerin başında katkıda bulunduğu kaliteli prodüksiyonlarla adından söz ettirmeye başlayan West, 2004 yılı içerisinde ilk albümü The College Dropout’u yayımlamıştı. Zeki ve kıvrak ritimleri, komik ama akıllıca sözleri, zaman zaman soul’a yakın duran müziğiyle pek çok kimseyi memnun etmiş olan albümün ardından 2005 yılı içerisinde Late Registration geldi. Late Registration’la birlikte Kanye West’in müziği çok daha gelişmiş, olgunlaşmış ve güzelleşmiş. Yalnızca “funky” ritimleriyle ve akıcılığıyla değil, geçmişe çok sağlam selamlar çakan sample’ları ve Rap’te çok da alışık olmadığımız şahane melodileriyle de aklımızı başımızdan aldı bu albüm.
Late Registration yalnızca Rap dinleyenlere değil, tüm müzikseverlere hitap etmeyi başarıyor; hele ki soul, funk ve geçmiş zaman r&b’si aşığı olanları tek kelimeyle hapsediyor.
Kanye West ve Jon Brion’un ortak prodüktörlüğünde hazırlanan albümün ilk iki parçası Wake Up Mr. West ve Heard ‘Em Say’de kullanılan Natalie Cole sample’ı Someone That I Used to Love’ın melodisi albümün devamını delicesine merak etmemize yetiyor da artıyor bile. Üstelik Moron Beş’in, ah özür dilerim Maroon 5’ın vokalisti Adam Levine de şarkıya katkıda bulunmuş. Evet, inanamıyorum; ama nefis olmuş. Hemen peşinden gelen şarkı Touch the Sky, vücudumuzun sabit kalmasına izin vermeyen şahane ritmi ve Curtis Mayfield’ın Move on Up’ından akıllıca sample’lanmış bölümleriyle kendimizden geçiriyor bizi. Aynı şarkıda çaktırmadan John Denver’ın Leaving on a Jetplane’ine de bir göndermede bulunuyor Kanye West; keşfetmek size kalmış. Ardından Gold Digger'da Jamie Foxx’un Ray Charles tarzında I Got a Woman’ın bir bölümünü -bir miktar farklı sözlerle- söyleyişinin ardından Ray Charles’ın kendisini duyuyoruz: I Got a Woman’ın üzerine ancak bu kadar güzel bir rap yerleştirilebilirmiş.

Albümün her şarkısında bir sürpriz var. Drive Slow’da “geçmiş zamanlar”ın en önemli alto saksofoncularından Hank Crawford’un meşhur Wildflower’ından nefis bir saksofon sample’ıyla karşılaşırken, My Way Home’da Gil-Scott Heron’un yürek okşayan sesinden Home Is Where the Hatred Is’in bölümlerini dinliyoruz. Roses’da Ain’t No Sunshine şarkıcısı Bill Withers’ın Rosie’sine, prodüksiyon açısından albümün en çok dikkat çeken şarkılarından biri olan Addiction’da Etta James’in o buğulu sesiyle My Funny Valentine’dan bölümlere rastlıyoruz. Gitar, perküsyon ve Kanye West’in tek kelimeyle “şahane” olarak tanımlanabilecek Rap’inin sürüklediği şarkı adeta su gibi akıp gidiyor, ferahlattığı kadar hüzne de buluyor.

Diamonds from Sierra Leone’yi Shirley Bassey’nin Diamonds Are Forever yorumu süslüyor. Konusu hasebiyle Live 8 esnasında da kulaklarımızın pasını gideren şarkı, elmas yataklarının neredeyse tamamı yabancı sermayenin elinde olan ve bu sebeple açlıkla boğuşan Sierra Leone’den bahsediyor. We Major o şahane nefesli düzenlemelerinin de etkisiyle 70’lerden gelen harika bir soul şarkısı gibi tınlıyor. Hey Mama’yı 70’lerin pek adı sanı duyulmamış folk şarkıcısı Donal Leace’in Today Won’t Come Again’inin melankolik melodisi sürüklüyor. Celebration’da 70’lerin deep funk gruplarından Kay-Gee’s’e rastlıyoruz. Yaylı ve nefesli düzenlemelerinin yanı sıra moog-vari synthesizer oyunları ve vokaller şarkıyı o kadar çekici kılıyor ki, uzun süre etkisinden çıkamadan anlamsız gözlerle aval aval ortalıkta dolaşmak çok mümkün.

Albümün belki de en güzel sürprizi Gone’da geliyor. Otis Redding’in It’s Too Late’inin üzerine kurulmuş olan şarkıya Jon Brion’un elinden çıktığı ilk dinleyişte anlaşılan yaylılar da ayrı bir tat katıyor. Albümün son şarkısı Late ise The Whatnauts’un I’ll Erase Away Your Pain isimli şarkısının iç burkan melodisi eşliğinde yumuşacık bir kapanış yapıyor albüme. Tatlı tatlı kulağımıza gelen elektrik piyano ve bas dokunuşlarıyla albüm nihayete eriyor.

Geçmişe dair bütün bu göndermeler sakın albümün “retro” anlayışla hazırlandığı gibi bir fikre kapılmanıza yol açmasın. Aksine, albümün her bir şarkısının her bir saniyesi son derece “yeni” ve taze tınlıyor. Yıllar sonra 2000’li yılların ve hatta tüm zamanların en iyi Rap albümleri listelerinde başa güreşeceğine inandığım Late Registration, “Rap’ten sağlam bir şey çıkmaz” önyargısını taşıyan kendini bilmezlerin de acilen dinlemesi gereken şahane bir albüm.

Albüm: Paul McCartney - Chaos and Creation in the Backyard

[Parlophone; 2005]

Uzun yıllardır Paul McCartney’i takip eden biri olarak söylemeliyim ki bu albüm öncelikle prodüksiyonuyla dikkatimi çekti. Tanrıya şükür Paul artık Jeff Lynne’la çalışmıyor. Hayır, Jeff’i severim, delikanlı çocuktur; fakat 90’lı yıllarda yayımlanan cânım Macca şarkılarını prodüksiyon esnasında gereğinden fazla enstrümana boğmasına hep içerlemiştim. Bu albümün prodüksiyonunu Nigel Godrich’le birlikte üstlenen Macca bu açıdan iyi bir iş çıkarmış.

Bu albümde 70’lerin başındaki Paul’u duyduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Birisi gelip de bana English Tea’yi dinlettikten sonra, “Bu şarkıyı Paul 1971’de kaydetmiş; ama sonra bir kenara koymuş, hiçbir albümüne almamış.” deseydi, ne yalan söyleyeyim, saf saf inanırdım. Ancak durumun böyle olması, albümün miyadı dolmuş bir sadayla örülü olduğunu göstermiyor; aksine Paul McCartney’in, dinlediğimde bana hala taze gelen bir sadayı 70’lerin başında yakalayabildiğini gösteriyor. Chaos and Creation in the Backyard’ın McCartney ve Ram albümleri çizgisinde giden ve prodüksiyon açısından bu çizgiyi biraz daha ileri götüren bir albüm olduğu söylenebilir. 1970 tarihli McCartney albümünde olduğu gibi burada da yaylılar ve bazı nefesliler dışında her şeyi Paul McCartney çalmış; güzel de çalıyor kerata, çalmaya devam etsin.

Şimdi gerçeklerle yüzleşme zamanı; albümü ilk dinlediğimde 4-5 şarkı dışında oldukça vasat bulmuştum. Bu albüm ilk dinleyişte vuran albümlerden değil kesinlikle. Evet, Paul’un kullandığı en önemli taktiklerden biri vurup kaçmaktır aslında; burda o tip şarkılar da var: Promise to You Girl, Fine Line, Follow Me gibi... Fakat albümün çoğu vurup kaçan şarkılardan değil, önce belki bir miktar sıkıcı gelip sonra kaptırılan şarkılardan mürekkep. Misâl; Riding to Vanity Fair’i ilk duyduğumda şöyle bir yorum yaptım: “Hani Paul’un o muhteşem melodi yaratıcılığı? Hani nerde bu şarkının middle eight’i? Nerde o yoğunluk?” Paul’un biz dinleyicilerini alıştırdığı şey genelde şuydu: Bir şarkı yapardı, şarkının içine sürüyle birbirinden “yakalayıcı” melodi yerleştirir ve bizi her saniye “bir şaşkınlıktan bir diğer şaşkınlığa” sürüklerdi; içindeki melodilerle 4 tane şarkı üretilebilecek işler yapardı. Bu albümde bu tarzını çok yoğun kullanmamış; minimalist takıldığı yerler olmuş. Riding to Vanity Fair, bu minimalizmin en çok belirginleştiği şarkı, üstelik albümün en uzun şarkısı. ilk başlarda garipsetiyor; ancak sonradan çok sevdiriyor kendini. ayrıca Paul’un eski alışkanlıklarını sürdürdüğü bir sürü şarkı da var bu albümde. Promise to You Girl, bu duruma en açıkça tanık olunabilecek şarkı; ki bence albümün de en iyi şarkılarından biri.

Albüm Fine Line’la açılıyor, bir açılış şarkısından beklenebilecek her şeye sahip. Akılda kalıcı bir melodi, yüksekçe tempolu bir ritim, akıcı bir hissiyat; daha ne olsun. İlk dinleyişte çarpıyor, daha sonra da kendini dinletmeye devam etmeyi başarıyor. İkinci şarkı How Kind of You ilk dinleyişte çarpmasa da dinledikçe ısındırıyor kendine. Arka plandaki ufak tefek “atonalimsi” tıngırtılar ve içerdiği harmonium sayesinde psychedelic bir hava yakaladığı da söylenebilir. Bunu takip eden Jenny Wren için Paul McCartneyBlackbird’ün kızı.” demiş. Sanırım Blackbird bir Türk’le evlenmiş; belki de bir Rumen ya da Ermeni’yle evlenmiştir. Ama kesinlikle bir Balkan ve/veya Kafkas etkisi var. Bunu sağlayan şey de içerdiği o tuhaf duduk solosu. Şarkının kendisi zaten yeterince içli ve etkileyici, o solo da girince kalp krizi kaçınılmaz oluyor. Paul’un melodi yaratma ve tonlar arasında alakasızca dolaşma ustalığını yeniden duyuran bir şarkı. At the Mercy ise sanki 1971’den kalmış gibi. Yine melodiler arasında ustaca geçişler söz konusu, yine hipnotize edici. Friends to Go klasik bir Macca şarkısı; benzerlerine daha önceki Macca albümlerinde de rastladığımız tarzda gidiyor. English Tea’yi ise hiç utanmadan ve çekinmeden For No One’ın erkek kardeşi ilan ediyorum. Ciddi ciddi barok etkiler taşıyan bu şarkı müzikal anlamda 1966 tarihli The Beatles şarkısı For No One’a çok yakın. Ayrıca bu şarkı güzel bir barok düzenlemeyle bir oda orkestrası tarafından çalınsa, insanlara Bach bestesi olarak gayet de güzel yutturulabilir. Too Much Rain tam bir umut şarkısı. Aslında en umutsuz anların şarkısı. “Bir insanın hayatında bu kadar 'yağmur' olması hiç adil değil.” diyor Paul; ama bunun bir daha olmayacağını umut etmemizi o kadar tatlı bir dille söylüyor ki yiyoruz, yutuyoruz. Certain Softness zaman zaman 1989 tarihli Flowers in the Dirt albümünde yer alan Distractions’ı anımsatan nefis bir melodi, kalp ağrıtan cinsten. Düzenlemeye belki biraz daha özen gösterilebilirmiş diye düşünsem de, bu durum şarkının güzelliğini lekelemiyor. Riding to Vanity Fair ilginç bir şarkı. Paul McCartney’in tarzının bir miktar dışında. Kanımca Nigel Godrich’in en çok esamesinin okunduğu prodüksiyon bu şarkıda olmuş. Bir indie topluluğu bu şarkıyı yapsaydı çok tutulurdu. Umarım Paul’un yaptığı bu iş de tutulur. Follow Me, albümdeki en klasik Macca şarkılarından biri. Paul McCartney’in alışık olduğumuz o ses ve melodi örgüsünü takip ediyor. Defalarca üstüste dinleniyor tatlı tatlı; zaman zaman umut aşılıyor, zaman zaman kalp acıtıp üzüyor. Promise to You Girl ise değişkenliğiyle Paul McCartney’in 70'li yıllardaki progressive tarzını anımsatıyor. Paul tüm albüm boyunca geri vokalleri şahane yapmış, burada daha da şahane yapmış. Bana acayip derecede Klaatu’yu anımsattı bir de bu şarkı; ki Klaatu 1976’da çıktığında, o grubun The Beatles üyelerinden oluştuğu konusunda kuşkular vardı pek çok kimsede. Albümün sondan bir önceki şarkısı This Never Happened Before’da Paul yine yapacağını yapmış, damardan dalmış. Albümün kapanışını yapan Anyway, McCartney’in eski işlerini anımsatan oldukça iyi bir balad. Bu şarkı bittikten sonra bir hidden track dalgasıyla karşılaşıyoruz. Paul bizi gayet güzel melodiler arasında dolaştırdıktan sonra deneysel işlere girişip albümü kapatıyor.

Başta da söylediğim gibi, ilk birkaç dinleyişte belki çok da sarmayan bir albüm bu. Yavaş yavaş içine alıyor sizi ve iyi de yapıyor. Hani, pek çok kimsenin söylediğinin aksine, Paul McCartney’in son 30 yıldaki en iyi işi olmayabilir; ama yine de Flowers in the Dirt, Off the Ground, Flaming Pie, Driving Rain albümleri çizgisinde nefis melodilere imza atmış olan Paul’un bu çizgiyi sürdürdüğü, prodüksiyon olarak da daha iyi bir noktaya götürdüğü bir albüm Chaos and Creation in the Back Yard. Kaliteli bir şarap.

Albüm: Supergrass - Road to Rouen

[Parlophone; 2005]


Supergrass’in 1995 tarihli ilkalbümü I Should Coco’yu duyduğumda şöyle demiştim: “The Beatles 90’lı yıllarda çıkmış olsaydı tam da böyle bir müzik yapardı.” Supergrass’in zaman içerisindeki gelişimini dikkatle takip ettim ve Supergrass beni hiçbir albümünde yanıltmadı. İlk albümdeki çiğlik ve dinamizm her albümle birlikte daha sofistike şeylere dönüştü; şimdiyse karşımızda bir başyapıt var: Road to Rouen.

Road to Rouen müzik basınında çok ses getirmedi, listelerin tepelerine de çıkmadı; ama bazı şeylerin değeri ancak uzun zaman sonra anlaşılıyor. Tıpkı 1966 tarihli The Beach Boys başyapıtı Pet Sounds ve 1968 çıkışlı The Zombies güzelliği Odessey & Oracle gibi. Kanımca Supergrass’in Road to Rouen’i de tıpkı bu albümler gibi pop müzik tarihine adını altın harflerle yazdıracak; fakat bundan yıllar sonra olacak bu.

Albüm akustik gitardan yayılan ilk akorlarla birlikte bir otoyola atıyor bizi, geceyarısı, belki de tam alacakaranlıkta (albüm kapağından mı etkilendim acaba? sanmıyorum…). Nefis melodisi, şahane akor geçişleri ve zekice kotarılmış orkestrasyonuyla minör tonlarda salınan Tales of Endurance (Parts 4, 5 & 6) albümle baş başa geçirecek olduğumuz yarım saatten biraz daha fazla zamanın gayet güzel bir şekilde akacağını müjdeliyor bize. 2005 yılının Temmuz’unda albümden yayımlanan ilk 45’lik olan St. Petersburg piyanonun sürüklediği bir tembellik anıtı. İlk notalarıyla insanı yakalayan ve bir melodiden diğerine atlayan Sad Girl’ün peşinden 6 dakika 17 saniyelik Roxy geliyor. Albüm olgun ve tatlı bir armut gibi; Roxy de bu olgunluğun en çok belirginleştiği şarkılardan biri. Tüm albümde olduğu gibi Roxy’de de enstrümanlar öyle yerinde ve öyle profesyonelce kullanılmış, yaylı ve nefesli düzenlemeleri o kadar şahane kotarılmış ki, hayran kalmamak elde değil. Coffee in the Pot, “109 saniyede salına salına nasıl eğlenilir?” sorusunun cevabı adeta: Hawai soslu ritimlerin üzerinde gezdirilmiş yayvan surf gitarları… Road to Rouen ve Kick in the Teeth, albümdeki diğer şarkılara nazaran daha “elektrikli”. Albümdeki en dinamik ve Supergrass’in daha önceki sadasına en yakın şarkılar bunlar. Kapanışı ise akustik ve “rahat” bir şekilde yapmayı tercih etmiş Supergrass. 10 yıl kadar önce, Alright’la, gençliklerine dair bir güzelleme düzen çocuklar, albümden yayımlanan ikinci 45’lik olan Low C’de artık o kadar da genç olmadıklarını tatlı tatlı itiraf ediyorlar. Son şarkı Fin bizi bir rüyanın içine atıyor: Yolculuk bitti, şimdi uyku vakti.

Supergrass üyeleri içlerindeki enerjiyi hız ya da sertlik olarak dışarı vurmayı bir süredir bırakmışlardı zaten; bu albümle birlikte iyice olgunlaşmışlar. Albümde canlandırılmayı bekleyen öyle bir âtıl enerji var ki, canlandırmasını bilen için büyük hazine. En üstün mahsülden üretilmiş bir şarap gibiler. İnsanın en iyi dostu kadar da samimi.

Zamansız bir albüm bu. Belirli bir zamana ait gibi durmuyor kesinlikle; “her” zamana ait noktalar içeriyor. Prodüksiyon kusursuz: Ne tek bir eksik, ne tek bir fazla; her şey olması gerektiği gibi, yerli yerinde. Albümün prodüksiyonu ve şarkılar hakkında müzik tarihinde yer edinmiş önemli albümlere dair pek çok gönderme de yapılabilir; ancak hiçbirini yapmayacağım. Artık Supergrass’in “kendi kendine” tanımlanma vakti geldi de geçiyor bile.

Bu; Supergrass.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...